
İstanbul nasıl bir şehir?
Onu diğerlerinden farklı kılan özellikleri nelerdir?
İstanbul’da keyif aldığınız mekanlar nerelerdir?
Yabancı bir misafirim geldiğinde ya da yurt dışında bulunduğumdan ardı arkası kesilmeyen buna benzer sorular sorulur. Hepsine verilecek bir cevabım olduğundan olsa gerek, İstanbul ile ilgili bir yazı yazmam istendiğinde kendi kendime şöyle dedim: “Hangi birini anlatayım ki? Tarihi mekanlarını mı? Mavi Marmara’yı mı? İstanbul’un gerdanlığı Boğaziçi’ni mi? Mimar Sinan’ın kültürümüze ışık tutan, yolumuzu aydınlatan dev eserlerini mi?”
Biliyorum ki İstanbul, hakkında ne kadar kelam edilirse edilsin, bir şeylerin hep eksik kalacağı bir düş ülkesidir. Çünkü bu şehrin her karışında bir gizem, bir farklılık bulunmaktadır.
Mesleği icabı çok ülkeler gezmiş biri olarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki, güzellikleri bakımından İstanbul gibisini görmedim. Bu güzellikler diyarının her köşesi tarih kokar, her köşesi ayrı bir cennettir… Piyerloti Kahvesi, Galata Kulesi, dedelerimizden yadigar Boğaziçi’ne inci gibi dizilmiş köşkler, yalılar… Bir masal kahramanı, ölümsüz İstanbul siluetinin baş tacı Kızkulesi… Saymakla bitip tükenmeyecek her biri olağanüstü anlamlı nice güzel eser… Ama elbette bu şehrin en büyük avantajı, Asya ile Avrupa arasında bir köprü oluşturması, her iki kıtayı birbirine bağlamasıdır. İşte bunun için İstanbul, Ortadoğu ve Balkanların olduğu kadar Orta Asya’nın da atan kalbi, gören gözüdür.
Mayıs 1992’den bu yana Türkiye’de yaşamaktayım. İstanbul o zamandan beri örfü, adetleri ve içinde yaşayanların sevecenliğiyle beni hayran bırakmıştır. Aslında gelmeden önce de İstanbul hayal dünyamın bir parçasıydı. Öyle ki, bir an önce onu görmek yılların verdiği hasreti gidermek, can kardeşlerimle bir arada olmak özlemiyle doluydu gönlüm. Geçmişi yüzlerce yıl öncesine uzanan gizemli yapılar, şehrin bir ucundan öbür ucuna dantel gibi işlenmiş muhteşem camiler, geldiğim ve gezdiğim ülkelerde eşini benzerini görmediğim eşsiz hazinelerdi benim için. Milletimizin görkemli medeniyetini ortaya koyan sadece Topkapı ve Harbiye Askeri Müzeleri bile, her Türk’e gurur verecek bir ihtişami gözler önüne sermek için yeterliydi.
Fakat İstanbul’a gelirken kalbim buruktu. O sırada Azerbaycan, Ermenilerin tahribatı dolayısı ile hüsrana uğramıştı. Topraklarımızın dörtte biri işgal edilmiş, bir buçuk milyon Azeri evsiz barksız, yersiz yurtsuz bırakılmıştı. Vatanımın ayrılmaz parçası Karabağ ve çeşitli bölgeler Ermeni işgali altında idi. İşte böyle bir dönemde bir taraftan içim kan ağlayarak bir taraftan da her Türk’ün gönlünde yatan bir kutlu kentte yaşayacak olmanın heyecanıyla İstanbul’a gelmiştim.
Dini toplumsal hayattan dışlayan bir sistemden geliyordum. Herhalde bundan olsa gerek, namaz vakitlerinde İstanbul’un minarelerinden semaya halka halka yayılan ezan sesleri beni en çok etkileyen duyguların başında gelmişti. Benzeri şekilde, millî bayramlarda Türk ordusunun şan ve şerefle törenlere katılması ve geçit törenleri ruhumda sevinç ve gurur yaratan eşsiz bir manzara olmuştur benim için. Hele gösterileriyle dünya çapında başarılara imza atmış Türk Yıldızlar’nı sevgi ile kucaklamak gelir içimden. Bir zamanlar ordusu olmadığı memleketim için felaketlere uğramış Azerbaycan’da kurulan milli ordumuzun da bu gurur verici güce ulaşması en büyük dileğim olmuştur her zaman. Tüm bu güzelliklerin yani sıra, gerçekleştirilen kültürel, sanatsal, müzikal etkinlikler İstanbul’un dünya çapında sayesinde müstesna bir yere sahip olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple, ilk geldiğim dönemden itibaren böylesi etkinliklerin de iyi bir seyircisi olmaya gayret etmişimdir.
Biz Türkler “Dost acı söyler” deriz. Ben de İstanbul’un dostlarından birisi olarak bu güzel şehirde gördüğüm birtakım aksaklıklara değinmeden geçemeyeceğim. İlk olarak, burada yaşamaya başlamadan önce İstanbul ve İstanbullularhakkında bildiklerimin, geldikten sonra karşılaştıklarımdan bir hayli farklı olduğunu söyleyebilirim. Örneğin, gerçek İstanbullular ve gerçek İstanbul şivesi ile modern İstanbullular ve İstanbul şivesi çok farklı imiş. Nitekim yerli halkla, göç ederek bu şehre yerleşenler arasındaki farklılık lendini hemen ele veriyor.
Diğer taraftan modern hayatın getirdiği birtakım zaaflardan maalesef İstanbul’da payına düşeni almıştır. Köylerden şehirlere durmadan akan göç, anakent İstanbul’u ve onun gerçek sahiplerini tanınmaz hale getirmiş. Bir zamanların 500 bin nüfuslu İstanbul’unda, mesela üç ayda bir büyük suç işleniyorsa; şimdi, nüfus artışıyla birlikte saat başı kötü bir haber duymak şaşırtmıyor hiç kimseyi.
Neyse ki misafirperverliği, kültürü, örf ve adetleri ile gönüllerde taht kurmuş İstanbul, kendi ürettiği geleneklere sadık bir topluluğu her zaman diri tutmayı başarıyor. Gerçek İstanbullular sanat ve eğitim konusundaki ağırlıkları ile tarihte silinmez izler bırakmıştı, şimdikiler de öyle yapmaya çalışıyor.
Ben dünyalar güzeli İstanbul’u her zaman güzel ve modern bir şehir olarak görmek istiyorum. Mesela, Bakü’de gördüğüm yeşilliği ve temizliği İstanbul’da da görmek ya da tarihimizi ve kültürel dinamiklerimizi yansıtan çeşitli abidelerle İstanbul sokaklarında karşılaşmak beni çok mutlu ederdi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından uygulanan “İstanbul İçin Üç Milyon Lale Projesi”nin benzerlerinin sürekli gerçekleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Caddelerin, yolların daha aydınlık ve ferah hale getirilmesi çok önemli. Trafik canavarının kısa sürede yok edilmesi, trafik keşmekeşinin yerini metroya bırakması güzel olurdu. Daha fazla çocuk parkının oluşturulması, anne ve çocuklar için eğlenme mekânlarının çoğaltılması, turistlerin ilgi gösterdiği yerlerde nitelikli personelin istihdam edil- mesi, mitinglerin, yerini şarkı ve kültür festivallerine bırakması… Ve bütün ortak yaşam mekânlarının çeşitli renk ve geleneksel desenlerle süslenmesi… İşte İstanbul için hayal ettiklerimden birkaçı bunlar.
On yılı aşkın süredir İstanbul’da yaşayan bir gazeteci olarak İstanbul’u, trafik keşmekeşi, kapkaç korkusu; çocuk parklarını okul önlerini parsellemiş otoparkçılar ve tinerci gençler, bilet kesmeyerek devleti zarara sokan halk otobüsleri, onarımı bir türlü tamamlanmamış tarihi surlar, yap-boz usulü çirkinleştirilen sokaklar, düzensiz şekilde park eden araba sahipleri ile yaşamak ve hatırlamak istemiyorum. Biliyorum ki, İstanbul bunlardan ibaret değil. Ama yine biliyorum ki, bu şehrin zenginliklerinin farkında olmayan, ya da ilk kez gelen birisine de bu çirkinlikleri çok rahat izah etmek kolay değildir. Öyleyse yetkililerin ve gerçek İstanbulluların bu sorunları çözmek için çaba göstermesi gerekiyor.
Bütün “geçici” olumsuzluklarına rağmen İstanbul, diğer büyük dünya kentlerinin o kadar üstünde, o kadar müstesna bir şehirdir ki deyim yerindeyse ulvi ve mukaddes bir tarafı vardır. İstanbulluların, atalarımızın bize bıraktığı bu mirasa layık olmakta zorlanmasını anlamak, bu yüzden zor değil sanırım. Mirası omuzlamak bu kadar zor olmasaydı, tarih boyunca birçok medeniyet gözünü bu şehre diker miydi? Masallarını İstanbul’a göre yazar mıydı? Güzelim İstanbul’u gönüllerde, yaşatmak, tarihin taş hafızasında nağmelerde kaybolmayan değerini her zaman korumak, ecdadımızın Türklere verdiği, bu dengi bulunmayan armağanı korumak boynumuza borçtur diye düşünüyorum. Bu borç, İstanbul’u yaşatmak isteyen, onu gelecek nesillere daha güvenilir şekilde ulaştırmak isteyen her bir İstanbullunun mukaddes görevidir.
Bu şehir geçmişi, sanat, müziği, tarihi mekânları ve tabii güzellikleri ile geçmişe ışık tutan bir açık hava müzesi; asırlar boyu dimdik ayakta kalmış muhteşem camileri, gelenleri hayran bırakan geceleri ile de sadece Anadolu Türkleri’nin değil bütün bir Türk Dünyasi’nın ve aslında topyekün insanlığın ortak değeridir.
Kadim zamanlardan Sultan Fatih devrine, Fatih’ten de günümüze kadar dünyanın bütün büyük metropollerinden farkını ortaya koyan bu şehir için, dedim ya ne kadar kelam edilse eksik kalır, o uüzden bir iyi dilekle sonlandırmak istiyorum yazımı:
Güzeller güzeli İstanbul’u çok daha güzel görmek dileği ile…
Nazile Abbaslı
Respublika Gazetesi / Azerbaycan