
David Judson Referans Gazetesi Türkiye İstanbul’a yakıştırılan sıfatların bir çoğu ne yazık ki aradan geçen yüzyıllar içinde bir şekilde tüketilmiş. Hissiyatı, ihtirası, tarihin akisini ve insanlığı tartışmak daha kolay olabilirdi ama konumuz bu değil. Lady Montague’den Pierre Loti’ye, Sait Faik’ten John Freely ve Orhan Pamuk’a kadar bütün yazarlar bu şehri tanımlamaya calıştılar hep. İnsanlar ressam olup resmetmeye, göçmen olup yaşamaya, asker olup fethetmeye veya emlaki olup satın almaya geliyorlar İstanbul’a. Hatta Fatih Akın, cektiği “Koprüyü Geçerken” adlı filmde şehrin seslerini bile tanımlamıştır. Tabii siz aslında bunun yeni bir şey olmadığını ileri sürebilirsiniz: Akın’ın yaptığı, İstanbul’u dinlediğini söyleyen Orhan Veli’yi takip etmek değil midir acaba? Düşünsenize, “Ozanlar Şehri” diye sadece İstanbul için şiirler yazan isimleri içeren bir kitap bile yazılabilir. Bu şehirde ilham suda ve havada…
Devleri takip etmek her zaman zahmetlidir. İnsanlar, isimler ve filler… Bütün devler biz takipçilerini terk etmistir. Bu eksikliğe karşın eğer İstanbul’u kendi kelimelerimle isterseniz Hüseyin ve Murat’tan bahsetmeliyim. İstanbul’la derin ve sadık dostluğum oluşurken onlar yanımdaydı. Hakkında konuşabileceğim başkaları da var elbette; ama önce beni otuz üç yıl öncesinde götüren bir anımı anlatabilmek için bu iki arkadaşla başlayayım. Elbette ki sadece İstanbul’dakiler değil diğer şehirlerde yaşayan dostlarımla da anılarım var: Rıfat’la Türkan’la, Mustafa’yla ve Turgay’la… Ayva lık’ta balıkçılık yapan Numan’da anlatabilirim size. Bodrum’daki Kel Mete’yi de: Samsun’daki Orhan’ı, ya da Diyarbakır yakınlarındaki Kulp Köyü’nden Adem’i veya Antalya’dan Ertan’ı da…
Eğer İstanbul’la ilişkimi komşulardan ve komşuluk ilişkilerinden soyutlarsam, onun hakkında ne düsünebilirim, ne de nefes alabilirim. Şimdi nüfusu 12 milyonu aşan bu şehrin insanlarıdır beni yıllar öncesine götüren. Bunu bir kelimeyle anlatmak gerekirse “İstanbul Tavrı” diyebilirim. İki kelime oldu diyebilirsiniz. Bağlaması kolay; “Tavr-ı İstanbul”. Bakın tek kelime oldu. Ne de olsa burada kurallar esnek.
Bu “İstanbul Tavrı” pek çok kaynaktan göç ve ikmal sağlar. Kars’tan Krasburg’a, Moskova’dan Manisa’ya, Antakya’dan Endülüs’e.Bu şehirde Arnavutluk’taki kadar Arnavut yaşıyor. Bosnalı olduğunu söyleyen pek çok kişi Saraybosna yerine İstanbul’da yuva kurmuştur kendine. Daha kısa bir süre önce Londra’yı geçip tekrar Avrupa’nın en büyük kenti olan İstanbul, aynı zamanda dünyanın en kozmopolit şehridir de. Herhangi bir ulaşım vasıtasıyla 10 dakika seyahat ettiğimizde bile bir sürü dilden insanla karşılaşırsınız. Avrupa kıtasında hatta bütün dünyada hiçbir caddede, cuma akşamları İstiklal Caddesi’nin sahip olduğu o kozmopolit şehir havasına rastlanmaz. İstanbul’da araba, vapur, otobüs, tren veya uçak ile geçirilen yirmi dakikada yeni gelenler dahi “İstanbul Tavrı”nı idrak ederler ve hatta buna katkıda bulunmaya bile başlarlar.
Bu tavır bazı kulaklara sert gelebilir ya da bazıları onu, postmodern oalrak da tanımlayabilir ki bunlar tarihi bir şehir için anlamsızdır. Dini ve geleneği ele alalım. Dine hizmet amaçlı pek çok şey yazılmıştır ve yazılmaya da devam edilmektedir bu şehirde. Benimse bütün ekleyebileceğim küçük bir gözlem:
Samuel P. Huntington’ın dünyayı yöneten “medeniyetler çatışması” mantığının aksine, ortada çatışmaya mahal verecek gerçek “medeniyetler” olmadığını ileri süren aynı derecede makul bir tez vardır. Bir Türk entelektüeli ve diplomatı olan Onur Öymen’in ifade ettiği gibi bizim tek bir medeniyetimiz var. Buna paralel bir mantık İngiliz yazar Catherine Armstrong tarafından da öne sürülmüştür; üç temel kolu olan ve bu kolların da kendi arasında açıkça kollara ayrıldığı tek tanrılı bir din inancımız var. İşte Öymen ve Armstrong’un görüşlerine en açıkkanıt, İstanbul’da düzinelerce komşuluğun bir arada bulunduğu ve yüzyıllardıruyumlu bir şekilde yan yana var olabilmiş kilise Sinagog ve cami üçlüsü örneğinde görülmektedir. Daha başka örnekler de verebilirim: Mimariden, Balyan Ailesi’nin Osmanlı barokundan, İstanbul’un anıt eserlerinden ya da müzik kültüründen…
Fakat kısa bir yazı olacağına söz vermiştim değil mi? Öyleyse payıma düşeni anlatmama izin verin: Tavr-ı İstanbul ile 1973 Temmuz’unun ortasında güneşli bir oğleden sonra tanıştım. 17 yasındaydım. İki üniversite ögrencisi olan Hüseyin ve Murat o sıcak yaz gününde beni Yeşilköy Havaalanı’nda karşılamıştı. İstanbul’a 10 yaşıtımla birlikte “değişim ögrencisi” olarak gelmiştim, heyecanlı ve yorgundum. Daha doğrusu yaptığım uzun uçak yolculuğu sonucunda çok yorgun düşmüştüm. Los Angeles ve San Francisco’daki akraba ziyaretlerimiz dışında büyüdüğüm küçük Kaliforniya şehrinden daha önce hiç ayrılmamıştım. Size en başta yeminle soyleyebilirim ki havaalanı, hakkında konuşulabilecek bir yer değildi. Bir şekilde valizimi kaptım ve gün ışığına ilk çıktığımdadakiler karşımdakiler Hüseyin Özyurtçu ve Murat Tuzcu’ydu. Belki içinizden onları tanıyanlar olabilir. Hüseyin, eşi Esin’le kurduğu, merkezi Roma ve Los Angeles’ta bulunan Amerika’nın ikinci büyük özel seyahat acentesi olan Picasso’yu işletiyor. Murat ise Cincinati Ohio’da kardiyolog ve Ohio’da Tıp Fakültesi’nde profesör. Her neyse…
Şimdi E-5 denilen yola benzer bir sey yoktu o zamanlar. Tek seçeneğiniz olan ve Dünya Bankası’nın 1960’ta yaptığı en büyük hata olan Bakırköy Sahil Yolu’nu kullanmak zorundaydınız. Tabii Zeytinburnu’ndaki tabakhanelerin kötü kokuları arasından geçmeniz de gerekiyordu. Aksaray’a doğru sola dönün ve sonra Roma İmparatorlugu’nun ağırlığını hala koruyan su kemerinin altından doğru devam edin. Şehir duvarlarını, gecekonduları, yarışan at arabalarını sokaklarda pil veya sigara satan çocukları boş verin.
Bu izlenimlerden bir tanesi bile daha birkaç ay öncesine kadar kendisine ödül olarak verilmiş domuzu kasaba fuarında satmaya calışan 17 yaşındaki bir Amerikalı çocuğun kafasını karıştırmaya yeterdi. Fakat Murat ve Huseyin aklımın karışmasına hiç izin vermediler.
Birisi küçük otobüsümüzü dikkatle sürüyordu. Geniş bir bulvarda az ilerdeki su kemerine doğru 60-80 kilometre hızla gidiyorduk. Yanımızda seyreden ve bugün de yollarda örneklerini görebileceğiniz kırmızı bir “Fargo” kamyon, açık kasasında karpuz taşıyordu. Benim için ilginç bir detay daha vardı burada: Bunlar gerçekten yuvarlak karpuzlardı!
Kaliforniya’da çocukluğumda hiç böyle bir şey görmemiştim. Bizim oradakiler uzun ve oval şekildeydi. Her neyse bu kıtalararası karpuz biçimi farkın bir kenera brakip. İstanbul’da geçirdiğim o güzel yaz mevsimindeki izlenimlerime geleyim isterseniz.
İstanbul’da geçirdiğim o güzel yaz mevsiminde öğrendiğim en zor isi Emel Setrelicioğlu idi ve o bayanla ilk belediye otobüsü seyahatini yapmıştık. Bu seyahatte aynı zamanda seyahatini Türkçe dilbilgisiyle ilgili ilk ciddi dersimizi de almış olduk. Edilgen fiil çatısının en çok ve en kibar şekilde kullanımını anlatmak için önümüzde “Sigara içilmemesi rica olunur” yazısını taşiyordu. Bu ifadenin İngilizcesi The non-smoking of cigarettes is requested” idi. Daha sonra sigara ve diğer şeylerin engellenmesinin daha basit bir şekilde ifade edilebileceğini öğrenmistim: Yasak!”
Kaldığımız yerde ilk üç günki oda arkadaşım diğer bir gönüllü olan Azamettin idi. Öncelikle şehrin güzelliğinden etkilenmiş olabileceğimi ama aslında bu şehrin büyük çirkinlikler de barındırdığını hatırlattı bana. Evet, 4 milyonluk şehrin kanalizasyon sistemi yoktu. Şimdiki gibi o gün de kenar mahallelerde sefalet hakimdi. Merhametsiz politikacılar 70’lerin İstanbul’unda da her şeyin yolunda olduğunu söyüyordu. O yıl Üsküdar’dan vapurla karşıya geçerken önümdeki bir yolcu silahla vurulup yere yığıldığında ilk kez bir suikaste tanıklık ediyordum. Türkçem geliştikçe de benim onları anlamadığımı düşünenlerin ortalıkta açıkça kendi dehşetli suç hikayelerini anlattığını işitiyordum. Böylece İstanbul’un güzelliğinin yanı sıra gizliliğin de sıfatlara meydan okuduğunu öğreniyordum.
Bunlar ilk günlerdeydi. Hüseyin ve Murat’ın sergilediği ruhaniyet ya da sıfatlara meydan okuyan tavır burada tanıdığınız herkeste vardır. Aslında geride kalan o yıllara dair özlediğim şey işte bu tavır. Birçok şey değişirken değişmeyen nadir güzelliklerden biri bu tavırdır.
Beni geri getiren de bu tavırdır. İstanbul bir kadına benziyor ve onu tarif etmeye, övmeye çalışanlara kahkahayla gülüyor. Fakat bu kibar ve akıllıca kahkaha insanı dönüp bakmaya kışkırtıyor. Ve ben defalarca, defalarca baktım ona.
İstanbul benim yuvam ve onu seviyorum.
David Judson
Referans Gazetesi / Türkiye