Tüy ve Kılıç

tuy-ve-kilic

8. İstanbul Bienali’nin adı “Şiirsel Adalet” olarak açıklandığında herkes biraz şaşırmıştır. Günümüz insanı için hemen kavranamayan hattâ tepkilere yol açan bir uyarı niteliğindeki “Şiirsel Adalet”i anlamak ve bu başlık altında sergilenen yapıtları görmek için Bienal mekânlarina kısa sürede sayısız izleyici akın etti. Bienal’in küratörü Dan Cameron İstanbul için bu projeyi yaşama geçirirken, çok yetenekli bir organizatör olarak, yeryüzünden silinmiş olan adaleti ve insanlarin kendi elleriyle yok ettikleri en önemli iç ve diş yaşamsal yasamızı sanat aracılığıyla insanlığın gündemine taşıyarak, içinde yaşadığımız kıyamet sürecinde insanlara sanat diliyle bir yol açma gösterme işaretleme gibi bir misyonu üstlenmişti. Dünyanın her yerinden Bienal’e katılacak olan sanatçıların bu konu doğrultusunda işler yapmaları ve sanat nesnesi üretmeleri küratörleri tarafından kendilerine verilmişti. Ancak buradaki amaç; konu verilen sanatçının temayı birebir işlemesi değil, bu kavramlar doğrultusunda yapıtını planlamasıydı. Sanatçı kendisine verilen konuyu istediği dozda yapıtına yerleştirir ya da yerleştirmezdi. Sanatsal imge, yeni çağın başlarında böyle bir sanat etkinliğinde misyonunu üstleniyordu: yüzyıllar boyunca dünyadan silinen adalet kavramını, sanat ve yaratıcılık aracılığıyla bir kez daha vurucu bir biçimde toplumun gündemine taşımak.

İstanbul Bienali‘nde sergilenen yapıtların doğrudan adalet kavramıyla pek ilişkisi gözükmüyordu ancak “yaratıcı akt”, güzele ulaşmak için öncelikle ve her zaman tarih boyunca da bu böyle oldu mutlak ve değişmez bir biçimde adalet gibi saf ve güçlü bir kavramın içinden geçmek zorundadır. Bu bağlamda varoluş boyutlarında, güneş sistemimizin galaksiler, zodyaklar ve dünyada doğal bir biçimde bulunan adalet ki insanoğlunun 2000 yıl boyunca sistematik bir biçimde yok ettiği yaratıcı edim sayesinde yeniden bu denli güçlü bir biçimde gündeme gelmiş olacaktır. Böylece yeryüzünden silinmiş olan adalete bir tepki niteliği taşıyan şiirsel adalet, insanoğlunun sürekli olarak yanlış algıladığı değerleri de gündeme getirmeyi amaçlamış bulunuyordu.

Eylül ayı İstanbullularla Bienal çerçevesinde yüksek etik-estetik bir şölen sundu. Bienal’de yer alan “Cehennem Merdiveni” adlı metalik yerleştirmeden yukarıya çıkmak için sıraya girmiş bekleyen sanat izleyicisine bu yapıt, yaşamımızdaki cehennemden belki de son kez çıkmakta olduğumuzu bize anımsatmak istiyordu. Modernist süreçlerin yenik insanına bu kavramı anımsatmanın zamanlaması ise çok iyi seçilmişti ve zamanlama Hegel’in “Sanat Dini” ve ilahi adalet tarafından yani şiirsel adalet tarafından kendiliğinden belirlenmişti.

Bir yaratıcının dünyaya karşı çıkacak şeyi kalmayınca o sessiz yüce mutlaktan kendi arkadyasına özgü uçsuz bucaksız güzelliği aktarabilecek mi acaba! Bunun yanıtını bize ilerleyen çağ ve yeni zaman boyutları gösterecek. Sonbahar sanat mevsiminde İstanbul’da gerçekleştirilen hacimli sergilerde sanatçılar yıldız kümeleşmeleri arasında mutlaka bağlantılı ve mesaj verici, yeryüzü dengesine saygılı ve varoluş yasalarındaki iç ve dış süreçler çevresinde yarattıkları yapıtları sunarak gözlerimizi kamaştırdılar.

Bienalle eşzamanlı etkinlikler dizisinden Yahşi Baraz’ın Cemal Reşit Rey salonunda Türk resim ustalarının başyapıtlarını yerleştirdiği “Türk Sanatında Estetik Skala” sergisinde kendi uçsuz bucaksız evrenin ortaya koyan usta Adnan Çoker ve bilinçaltının karmaşık uçurumsu ele avuca sığmayan betimini veren Güngör Taner tuvalleri mutlak bilginin ve güzelin temsilcileri olarak serginin içinden gelecek zamanlara büyük imgeler yolladılar. Bu etkinlikte genç kuşak sanatçılardan Şükrü Karakuş mikrokozmoz araştırmalarıyla ön plana çıkıyordu ve kendi kimyasını aşmaya çalışarak doğal ve ortak kimyanın estetiğini açımlıyordu. Adnan Çoker ve Güngör Taner’in dev boyutlu soyut tuvalleri uluslararası platformlara doğru ışıklarını çoktan yakmışlardı bile.

Comments

comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir