İstanbul; Çözülemeyen Bir Bilmece

istanbul

İstanbul’a ilk tanışıklığım çocukluk dönemlerime dayanır. Küçücük yaşıma rağmen daha o günlerde bile bu gizemli şehrin doğup büyüdüğüm kentten tamamen farklı bir havası olduğunu  hissetmiştim.

Dar sokaklarıyla, eski ahşap evleriyle, sokağın ucundaki tarihi Türk hamamıyla, ezan sesleriyle ve çörekotlu taze ekmek kokan atmosferiyle akrabalarımızın yanında kaldığımız eski Laleli semtini çok iyi hatırlıyorum. Küçücük, fakat bir çocuğun gözünü büyüleyecek kadar çeşitte oyuncak, küpe, yüzük, balon, çikolata ve ciklet satan mahalle bakkalıyla; kürek çekmeyi öğrenmek icin kiralayıp da denize açıldığımız boyalı tekneleriyle İstanbul, hafızamda silinmeyen bir hatıra olarak yaşamaya hep devam etmişti… Bütün bunlardan olsa gerek. Çocukluğumda ağzımda dağılıp eriyen o poğaçaların damağımda kalan lezzetini bugünün İstanbul‘unda bile arar ve bir türlü bulamadığım için üzülürüm. Her yıl, çocukluğumda yaz tatillerini geçirmek için yüzlerce kilometreyi aşıpda geldiğim o sokaklara, âdeta eski günlerin hayalini kurmak için dalar, hatıralarımı unutmaktan korkarcasına tekrar tekrar -tıpkı bir film şeridi gibi- hafızamda canlandırırım.

Akrabalarımızın yıllar önce terk ettiği apartman, artık vitrininde Rusça ve Moldovca yazılar bulunan, iki katlı bir tekstil mağazası. Çevresinde sayısız otel var ve ara sokaklarda bavul ticaretiyle uğraşan, tekstil tomarlarıyla oradan oraya koşuşturan Doğu Bloku ülkelerinden turistler kaynıyor. Eski Laleli’den bir iz kalmamış sanki. Bir zamanlar Aksaray, Laleli, Beyazıt ve Kapalı Çarşı istanbul’un atar damarıydı. Günün 24 saati aralıksız yaşayan bu şehirde Arapça, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca’nın yan sıra Sırpca’yı ya da kendi tabirleriyle Yugoslavca’yı kusursuz konuşarak parfüm satmaya çalışan çocukları hayretle seyreder, dil yeteneklerine ve zekâlarına hayran kalırdım. Kapalı Carşıd’yi gezerken satıcıların “izvolte zemo!” (Buyurun hemşerim!) diye hitap etmelerine ve bizleri görür görmez, adeta bilim adamlari gibi birkaç saniyede ırk ve etnik köken analizi yapıp bir kere bile yanılmadan Yugoslav olduğumuzu bilmelerine hem çok şaşırır hem de bu olaydan büyük mutluluk duyardık.

0rtadoğu’nun ve Osmanlı’nın havasını solumak için bugün de zaman zaman Kapalı Çarşı’ya uğrarım. Fakat esnaf artık bana İngilizce, Fransızca, İtalyanca en sonunda benden bir yanıt alamadıklarında da pes edip Türkçe hitap ettiğini duyunca içimden güler “Acaba onlar mı değişti, yoksa ben mi?” sorusunun cevabını ararım. Bu şehirde geçirdiğim onca yıldan sonra nihayet, yabancı olduğu birkaç saniyede kestirilemeyecek kadar bir İstanbulluya benzemeye başlamamdan dolayı mutluluk duyduğumu gizleyemiyorum.

Lise son sinifta, Türkoloji ve Şarkiyat Bölümü’nde eğitim gören bir grup üniversite talebesiyle geldiğimiz ve iki buçuk ay kaldığımız İstanbul’u farklı bir açıdan yaşamıştım. Şehrin kalabalığı, trafiği, renkli, parlak deri koltuklar olan, arkalarında “Allah Korusun” yazan geniş dolmuş taksileri, zaten İstanbul’un önceden bildiğim karakteristik unsurlarıydı. Fakat bu sefer İstanbul’a farklı bir sebeple gelmiştim: Türk dilini ve kültürünü öğrenmek için Beyazıt’taki Yabancı Diller Okulu’nda, diğer yabancı öğrencilerle birlikte Türkçe’nin ayrıntılarını öğreniyordum. İsmiyle müsemma, esprili hocamız Yusuf Cotuksöken’in derslerimize kemanını getirip de, Türk kültürünün canlı bir örneği olarak bizlere “Vardar ovası”nı çalması müthiş bir zevkti. Yine Cevizlibağ’da. kaldığımız öğrenci yurdundaki çalisanlardan Türk misafirperverliğinin güzel örnek lerini görme fırsatımız olmuştu.

İstanbul’a iki çocuklu bir anne olarak son gelişimin süresini ise dört yıl olarak planlamıştım. Ancak bu geliş on bir yıllık bir serüvene dönüştü ve ucu açık bir yolculuk gibi belirsizliğini hâlâ koruyor. Anneliğin ve gazetecilik mesleğinin getirdiği zorluklara rağmen, doğduğum kente hâlâ dönemememin müsebbibinin İstanbul olduğunu biliyorum.

Yeni gelenler uçsuz bucaksız görünümüyle ilk bakışta korkutan ve bir deve benzeyen İstanbul, çok kültürlü, hem güzel hem çirkin, hem tarihi hem modern. hem Doğulu hem Batılı, sürekli büyüyen ve hiç uslanmayan, çehresi günden güne değişen fakat eski güzelliklerini de koruyan bir şehir. İstanbul hâlâ bir bilmece gibi karşımda duruyor ve ben bu bilmeceyi çözecekmiş ve çözmeden de burayı terk etmek niyetinde değilmişim gibi bu şehirden ayrılmayı düşünemiyorum bile. Kimileyin bilmeceyi çözdüğümü düşündüğüm anlarda karşımda yanıldığımı kanıtlayan yeni bir olay çıkıyor ve her defasında mücadeleye yeni baştan başlamak zorunda kalıyorum. İstanbul’a, bana değişik duygular yaşattığı için tesekkür etmek geliyor içimden.

Gerçekten İstanbul, benim için hayat soluyan bir canlı gibi… Onunla değişik duyguları bir arada yaşıyor, gülüyor, seviniyor, üzülüyor ve ağlıyorum. Hepsinden ağır basanı ise onsuz yapamadığımı hissettiğim o bağımlılık duygusu. Bazen terk edemediğim kötü bir sevgiliye benziyor, bazen de herkesi kucaklayan şefkatli, iyiliksever bir periye. Bitişik apartmanlarıyla caddelerindeki kalabalığıyla, gürültüsüyle, devamlı kazılıp döşenen sokaklarıyla, seyyar satıcıların fecrisadıkta attıkları naralarla, kısacası kendine özgü muntazam “kesmekeş”iyle tekdüzeliğin düşmanıdır İstanbul.

Her ne kadar ülkemdeki bahçeli evimi, eski arkadaşlarımı, stressiz bir yaşamı özlüyorsam da,   buradaki benzerliklerden teselli bularak özlemimi bertaraf etmeye çalışıyorum. Bakırköy Çarşısı artık benim yeni Üsküp Çarşım mesela… Haliç, Vardar Nehrim, Galata Köprüsü ise Üsküp’ün Taş Köprüsü… Ve imgesel bile olsa her uzaklaşmamda hayatın bütün güzelliklerini bir daha yaşamak için İstanbul’a geri dönme ihtiyacı duyarım. Her hayalin sonunda İstanbul’a dönerim: Denizler şehrinin, Boğaziçi’nin ve Marmara kokusunu almak, martıların ve gemilerin sesini bir daha duymak, Mısır Çarşısı’nın büyüleyici havasını tekrar solumak, imparatorluk şemsiyesi altında farklı zevklerin kaynaşarak oluşturduğu Türk mutfağının emsalsiz lezzetlerini tatmak için… Çünkü İstanbul, insanı kendine her defasında umutla bağlar. Her an yeni bir imkân, yeni bir fırsat, yeni bir sürpriz hazırlar size. işte bu yüzden istanbul sabırsız gezginlere göre bir şehir değildir. Sadece araştırmacı ruhu olanlar, ilk bakışta nahoş görünen manzaraların ardında bile ne kadar hoş ve büyüleyici güzelliklerin gizlendiğini fark edebilir. Tıpkı Haliç sırtlarında, köhne binaların arasında, birer inci gibi dizilmiş asırlık camiler gibi… Bogaz’ın sularında bir yalnızlık abidesi gibi duran Kızkulesi; ya da köklü geçmişin bir diğer kanıtı Pera’daki Galata Kulesi gibi…

Büyük ticaret merkezleriyle, metrosuyla, vapurlarıyla, lüks otelleriyle, sayısız sinema ve tiyatro salonlarıyla, festival ve fuarlarıyla metropollerinden hiç bir fark olmayan İstanbul, İstanbullular sayesinde insani boyutunu korumayı da basarmıştır. Mağazadaki tüccarın her müşteriye “Sizin için bir şeyler yaparız” şeklindeki gönül alıcı sözleri her ne kadar inandırıcı gelmese bile, müşteri olarak bir ayrıcalık hissi verir size. Pazardaki sebze satıcısının size “Abla” diye hitap etmesi, pastanede pastanızın “Afiyet olsun” dilekleriyle ikram edilmesi, eczanede eczacının “Acil şifalar” dilemesi ve “Geçmiş olsun”, “Eksik olmayın” gibi Türk insanının bitmek tükenmek bilmeyen nezaket ifadeleri, İstanbul’un insani boyutunun yoğun şekilde hala yaşadığının kanıtıdır.

Banliyö trenlerinde seyyar satıcıların Çin malları “Japon harikası” olarak satmak için yaptıkları tek kişilik tiyatro gösterileri, ramazan şenlikleri, dini bayramlarda yenen baklavalar ya da komşulardan gelen paskalya çörekleri, helva ve aşureler, açık hava pazarları ve kermesler… Bütün bu güzellikler dünya şehri İstanbul’a sadece renk katmakla kalmaz, bu şehrin insani boyutunun hala yoğun bir şekilde korunduğunu da gösterir.

Yazımı kaleme aldığım “baharın yüzünü gösterdiği” şu günlerde, dört bir yanında “üç milyon lale”nin açmaya başladığı İstanbul “Lale Devri”ni tekrar yaşıyor gibi. Şehir her geçen gün gelişiyor ve güzelleşiyor.

Eskiden bıyıklıı erkeklerin yoğun bir yer kapladığı manzarada artık modern ve hayatın her alanında kendini gösteren kadın topluluklarını da görmek mümkün. İş hayatında ve sosyal yaşamda göze çarpan kadın yoğunluğu, Türkiye’de bulunduğum yıllar içerisinde ne kadar büyük değişikliklerin yaşandığının en büyük kanıtlarından biri.

Azim-li, tahsilli ve dinamik gençleri İstanbul’un modern imajını daha da pekiştiriyor.

İstanbul umutların şehridir… İşin doğrusu umudun ta kendisidir. Bu umut gençleri hayata bağlayan bir şey değil, orta yaş dönemini yaşayan bizlere de hayata sıkı sıkı sarılma hissi veren bir güzelliktir. Tıpkı, Sarayburnu sahilinden diğer insanlarla birlikte sevinç çığlıklarıyla seyrettiğimiz Marmara mavi sularındaki yunusların dansı gibi, bu şehrin size nezaman nerede ve nasıl bir süpriz ve güzellik sunacağı hiç belli olmaz.

Umutlarımın ve yaşama sevincimin, urada yaşadığım üre boyunca yok olmayacağından emin olduğum gibi, İstanbul’da yaşanacak daha bir çok güzellik olduğundanda eminim. İnsanı hayata bağlayan şeyin umut olduğunu bildiğim için de, hayata ve İstanbul’a daha sıkı bağlı kalmaya devam ediyorum.

Asude Abdül Koçan Makedonija Denes Gazetesi Makedonya

Comments

comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir