
Şehirlerin şehri İstanbul’u anlatmak için kelimeler elbette kifayetsiz kalmaktadır. Birçok imparatorluğa başkentlik ettiğini söylemek, onu anlatmak için yetersizdir. Çünkü mazinin her yerinde var olduğu ve şimdinin geleceğe doğru durmaksızın aktığı bu şehir, sakinlerini, geçmişinden ziyade insanlarla kurduğu ilişkiden dolayı büyülemektedir.
Bütün şehirler insanlar tarafından inşa edilmiştir fakat sadece İstanbul, İstanbullulara şekil vermektedir. Ortasındaki dünyanınyegane denizinde yeryüzünün dört bir yanından gelen gemilerin seyrettiği, iki kıtaya yayılmış bu şehir kadar insanlığa açık ve misafirperver bir başka kent düşünebiliyor musunuz? İstanbul devasa bir iskeleymiş gibi kıyısına yanaşıyoruz ve sonrasında misafirperverliğine mahkum olup yerleşiyoruz buraya. İşte İstanbul bundan dolayı tam bir kozmopol (dünya şehri) haline gelmiştir. XVI. yüzyıldan beri Fransız lügatinde yer alan bu terim sanki onun kimliğini daha iyi anlatabilmek için özel olarak üretilmiş gibidir. Yani İstanbul’da istesek de, istemesek de dünya vatandaşıyız, hem de büyük bir zevkle…
İstanbul; efendilerin ve zavallıların şehri, kutsal başkent veya sığınma yeri, rantçı aristokratları besleyen ana veya aceleci fırsatçılar için anlık bir sevgili, görkem ile sefaletin kol kola rol aldığı bir sahnedir… İstanbul bunların hepsidir. Bir başka deyişle o, ihtişamından etkilenmek isteyen herkese aittir, herkesin şehridir. Ve bu, yüzyıllardır böyledir.
Burada köylü balıkçı oldu, çoban inşaatçı, zanaatkar şair oldu, serseri müzisyen, zengin derviş oldu, kaçak milyoner… En güzel ve en çirkin, en büyük ve en küçük, en yumuşak ve en sert burada bir aradalar. Ya da bazen Boğaziçi’nin sırtlarında tavla oynayan sayısız İstanbullunun ruh halini etkileyen lodos ve poyraz gibi sırayla birbirlerinin yerini alıyorlar.
İstanbul’un büyüleyen manzaralı mekanlarını sevdiğimiz gibi, kirli, gürültülü ve kalabalık sokaklarını da seviyoruz. O aşık olduğumuz bir kadınmış gibi, görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz olumsuz yanlarını es geçiyoruz.
Her gün kılık değiştiren bir kadın gibidir İstanbul, hatta günde birkaç kez… Pembe turuncu engin bir ipek çarşafın altında doğan güneşle birlikte ortaya çıkar ve kızıl renkteki bir havai fişeğe benzeyen şafakta alevlenir İstanbul. Günün en güzel anının habercisi tanyeri… Ondaki doğu harikasının mücevherleri; camiler, saraylar, çeşmeler, yalılar, tarihi ağaçlar ve köprülerin direkleri aydınlandığında artık gözlerimizi kırpmak bile mümkün değildir.
Ah İstanbul’un gecesi, geceleri! Camilerinin minarelerinin ve kubbelerinin üstünde, durmaksızın sema eden martılar, sanki ışıktan sarhoştur. Ve iki kıtanın ışıkları arasında adeta süzülen devasa gemilerin gölgeleri, tiz sesli bir klarnetin nostaljik melodisi gibi, yeni güne kadar kendinden geçmiş ruhları oyalar.
Ahmet Hamdi Taşpınar’ın dediği gibi gerçekten de, “Yaprak yaprak açılan bir gül” gibidir İstanbul. Çünkü diğer şehirlere göre daha çok serpilmiştir. Yani her biri farklı duygular uyandıran, hayal gücümüzü harekete geçiren ve kendine özgü bir evrene sahip birçok mahalle bir araya gelmiştir bu şehirde. İşte mutlulukların kaynağı budur.
Buraya yeni gelen herkes kendi İstanbul’unu seçer. Boğazın her iki yakasına yerleşmiş olanlar, sadece Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen insanlardan ibaret değildir. Neredeyse dünyanın her yerinden insan burada bulunuyor, farklı yaşam biçimlerini benimseyerek. Örneğin, sokaklarda, şimdiki zamana ve moderniteye karşı direnen küçük mesleklerin oluşturduğu, yabancı ziyaretçileri mutlu kılan ufak tefek görüntüler, boldur İstanbul’da.
Zerzevatçısının veya hamsi satıcısının gürültülü bağırışları, bıçak bileyicisinin, tesisatçısının, bozacısının naraları, hurdacının “cazip” teklifleri, o kadar da eski olmayan zamanı veya geçmişi hatırlatır. İzlediğimiz bu film şeridinde, şalvarlı ev hanımını yatakların yününü havalandırırken veya halısını gayretli bir şekilde kaldırımda yıkarken, yemenili genç kızı kapısının önünde dantel işlerken, nineyi koşuşturan çocukların ortasında sarımsak örgüler yaparken görürüz.
Kale gibi korunan ve gözetilen şık evlerden eski bir duvara tahta iliştirilerek yapılmış barakalara; hafif eğimli geleneksel ahşap evlerden renkli mozaiklerle ev sahibinin adının yazılı olduğu apartmanlara; camlı yüksek kulelerin arasında sıkışmış gecekondulardan, otobanın kenarında kurulan keçi kılından veya naylondan çadırlara… Bütün bunlar, meraklıların güzelden çirkine etkileyici bir yolculuğa götürüyor. Burada, aynı anda hem atlı arabaların geçtiği bir Anadolu köyünde, hem de füme camlı büyük ve parlak arabaların park ettiği bir kuzey Amerika mahallesinde gibiyizdir. İlerdeki büyük çınarın gölgesinde, bastonuna dayanmış yorgun yaşlı bir insan gibi duran minaresi eğik küçük cami bize gülümsemektedir. Parkın çimenlerine kurulmuş, tüten mangalda palamut pişiren bir aile manzarayı bozsa da terasının yarısı denizin üzerine taşan restoran sadece istek uyandırmaktadır.
Şair Tanpınar, şehirleriyle uyum içinde yaşayan İstanbulluların ince zevkinden, yaşama sanatlarından ve İstanbul’a özgü bir kültürden bahseder: Burada nisan ve ekim aylarını sabırsızlıkla bekleriz. Nisanda Boğaziçi’nin yamaçlarını süsleyen erguvanların açma mevsimini zevkle kutlarız. Ekim ise lüfer mevsimidir, ağzının tadını bilenlerin masasını lüferle donatırız. Bütün şehirlerin zorlu bir yanı, günlük hayatın sıkıntıları vardır. Ama İstanbul’da bunu, ince yaşam zevkleriyle çok rahat aşıyoruz.
Yorgun düşmüş hamalla beraber minik hasır sandalyelere oturmuş çayımızı yudumlarken, bir çiğ köftecinin, ya da bir kokoreççinin geçiş törenini izliyoruz sakin ve huzurlu bir şekilde.. Tıpkı Galata Köprüsü’nde veya Sarıyer sahilinde sıralanmış. sigaraları eksik olmayan olta balıkçıları gibi.
Her türlü din burada ruhaniyetleri doğrultusunda bir tapınak bulur ve duaları şehrin dört bir yanında yankılanır. Yaşayanların enerjisine bir başka enerji katan bu şehrin ulviyeti, yaratma gücünü de arttırır. istanbul şairlere, sanatçılara ve müzisyenlere ilham verir. Daha güzel bir dünya için yeni sanat biçimleri yaratmakta onların isteklerini uyandırır. Boğazdaki küçük koylardaki ve dere ağızlarındaki yük gemilerinin, vapurların ve balıkçı sandallarının balesi izlenmeye değerdir.
Yüzlerce yıldır birçok savaş ve catımanın konusu olan İstanbul, şimdilerde kendisine layık görülen 2010 yılı “Avrupa Kültür Başkenti” sıfatını fazlasıyla hak ediyor. Misafirperverliği, insan yoğun hareketliliği ve yaşam kavramını dolduran capcanlı görünümüyle…
Fakat, ey İstanbul, ölümsüz olduğunu bilsem bile, bir gün bir depremin seni dağıtabileceğini; tarihi eserlerini ve İstanbul halkını toprağa gömebileceğini; kızgın sularda boğulabileceğini düşündüğümde senin için titriyorum. İstanbullular kanun ve kuralları çiğneyerek tehlikeyle oynasalar bile, huzurlu varlığının, toprağın şiddetiyle yok olmayacağına inanmak istiyorum.
Jerome Bastion
TV5 Channel / Fransa