
Genç yaşta hayatını kaybeden Sezer Tansuğ, ülkemiz kültür ve sanatına birçok yapıtıyla katkıda bulunmuş önemli bir düşünürümüzdü. Yirmi, yirmibeş yıl kadar önce, İzmir’de yaşadığı dönemde, kendisini Mimarlar Odası’nın Şirince’ye yaptığı geziye çağırmış, gezi sonrası Efes tiyatrosundaki toplantıya katılmasını rica etmiş, Şirince’nin kalkındırılmasıyla ilgili konuları tartışmıştık.
Yapılan önerileri beğenmeyerek “İzmir’den ne köy olur ne kasaba” deyiverdi.
Önce kendisine çok kızdığımız, sonrada hep birlikte haklılığını kabul ettiğimizi anımsıyorum.
Daha çeyrek yüzyıl önce, ister istemez İstanbul ve Ankara’yla kıyaslayarak kentimizin sanat ve kültür yaşamındaki durgunluğunu dert edinir, nedenlerini arar, kendimizce çareler ürettik. Birçok başka koşulun yanısıra, yerel yöntemlerin ilgisizliğinden, kentin sanat ve kültür etkinliğine yeterince katkıda bulunmadığından şikayetçi olurduk.
Gerçekten belediye başkanlarının çoğu bütün iyi niyetleriyle kentin fiziksel yapısını düzeltmeye çalıştıkları halde, kentlinin kültürel düzeyini yükseltmek, kentli olma bilincini geliştirmek çabalarında nedense özlediğimiz düzeyde hizmet verememiş ya da başarılı olamamışlardı. Kuşkusuz bu, öznel bir yargıdır. Belki sanat ve kültür olgusunu geliştirme kavramını kentlinin eğlence kapasitesini ya da ibadet olanaklarını artırmakla eş anlamlı kabul ediyorlardı. Sonuçta aynı dünya görüşünde olmadığımızdan kaynaklanmış da olabilir. Örneğin fuarda bir cami ve İslam kültür merkezi yapılmasına oda olarak karşı çıkışımız aklıma geliyor. Bu yazının konusu kesinlikle geçmişin tartışılması amacını taşımamakta, tam tersine günümüze dönük bazı görüş ve eleştirileri dile getirmektir.
Son yıllarda kentimizin her türlü sanatsal, kültürel etkinlik yönünden göreceli bir gelişme gösterdiği gözleniyor. Ama asıl, belediyemiz eliyle yapılan yayın eyleminden söz etmek istiyorum. Bunların başında da kuşkusuz “İzmir Kent Kültürü Dergisi” geliyor. Onun yanısıra İBB Yayıncılık ve Tanıtım Hiz. A.Ş’nin yayınladığı kitaplar kentimizin kültürel gelişiminde övünç verici bir aşamaya gelindiğine tanıklık edior.
Önce bu yayınları başlatıp sürdürenlere bütün kentlilerin şükran borcu olduğunuvurgulamak istiyorum. İzmir’de yarım yüzyıla yaklaşan mimarlık hayatım boyunca hiçbir belediye başkanı döneminde bu denli kapsamlı ve birdenbire ortaya çıkan yayın olgusunun yaşanmamış olması, yani bir geleneğin de bulunmayışı, bana göre başarının önlemini bir kat daha artırıyor.
Bu vesileyle ilgilileri bir kez daha can’ı gönülden kutluyorum. Sanıyorum rahmetli Tansuğ sağ olsaydı aynı sözleri söylemezdi.
Ancak:
Eleştiri ve ayrıntıyı seven kişiliğim, belki mükemmelliyetçi olma endişem, beni bazı eksikleri dile getirmeye zorluyor. Söylemek istediğim mimarlıkla ilgilidir. Bir kent kültürü içinde mimarlık ayrıntı gibi algılanabilir. Fakat özellikle bir kültürel süreklilik aracı olarak yüzyıllardır önemini korumaktadır. Belki de bu yüzden İzmir Yayıncılık’ın dergi ve kitaplarında önemli bir bölümün mimarlıkla (daha doğrusu mimarlık tarihiyle) ilgili olduğunu görüyoruz. Kentin fiziksel yapısı en doğl olarak bu yolla algılanabilir.
Dergide ve kitaplarda İzmir’e dair öylesine bol resim, yazı, belge vb. var ki, artık yayınları izleyen bütün kentliler eski İzmir’i çok iyi tanıyabiliyorlar. Son günlerde birinci Kordon’da açılan enfes fotoğraf sergisi de bu çabanın bir parçasıdır.
Evet eski İzmir’i çok iyi tanıyoruz. Ya yeni İzmir’i? Eski fotoğrafların çoğunda eski yapıları, mimari değerleri izleyebiliyoruz. Ya yeni yapıları, yeni mimarlık ürünlerini?
Bu, küçük gibi görünen iki sorunun yanıtını aramadan önce mimarlıkla ilgili bir iki noktayı anımsatmak isterim. Ülkemizde hemen herkes mimarlığın ne olduğunu bilir, (bildiğini sanır) ama yüksek öğrenim görmüş bile olsa, kentlilerimizin büyük bir bölümü Mimar Sinan’dan başka, hele çağdaş olan bir mimar ismi söyleyemez. Mimarlık, mimarlık tarihiyle karıştırılır. Oysa mimarlık yeni yapı yapma sanatı olup toplumsal yapımızı, kültürel düzeyimizi en iyi yansıtan bir ayna gibidir ve süreklidir. kuşkusuz mimarlık yapıtlarının evrensel değerine ulaşmış ve bütün dünyayı etkilemiş olanlarının yaratılması sosyal ve ekonomik kalkınmışlıkla orantılıdır. Ama her ülke, her kent sürekli yapı üretmeye devam etmektedir. Gelişmiş ülkelerin halkları yalnızca tarihte ürettikleri ile değil, bugün yaratıp yarınlara bıraktıkları yapıtlarla da övünürler.
Bizim toplumumuzun, kentlerimizin gerçek mimarlık olayından habersiz oluşunun ya da ilgisizliğinin nedenlerini araştırmanın ilginç sonuçlar vereceğini sanıyorum. Örneğin son yıllarda kent kültürü, kent kimliği koruma gibi konularda medyada yer alan yazı ve programların bolluğu yanında yeni yapılarlailgili neredeyse tek satırın bulunmayışı olağanüstü dikkat çekicidir (Kuşkusuz mimarlık dergileri ya da planlama ilkelerine aykırı yapıların teşhiri, eleştirisi ile ilgili olanlar bu yargının dışındadır.)
Son sorum: Biz hangi çağdaş mimari yapıtlarımızla övüneceğiz, ya da böyle yapıtlarımız var mı?
Var. Asıl sorun bunların neden yeterince tanımadığımız, tanıtamadığımız ve bilmediğimizde yatmaktadır. Bunun en baş nedeni bütün büyük kentlerimizde olduğu gibi İzmir’de de yarım yüzyıldır yaşanan hızlı ve sağlıksız kentleşme olgusudur.
Kentlerimiz öylesine olumsuz yapı yığınları ile dolmuştur ki, bu yapılaşma dokusu içinde bir çok başarılı mimarlık rünü görünüp algılanamaz haldedir. Başka bir neden, kentimizin kirlilik düzeyi nedeniyle yapı görüntülerinin çabuk bozulmasıdır.
Yapılarımızın dışına bakım yapma alışkanlığımızın olmayışı eklenince, yeni ve başarılı yapılar bile çok kısa sürede kötü bir görüntüye bürümektedir. Birinci Kordon’da ilk kez 2003 yılında belediyece yapı dış cephelerinin boyanması ile getirilen zorunluluk, “bu Çin Seddi” içinde bile olumlu mimarlık ürünlerinin görünmesine neden oldu.
Fakat asıl neden gene kentlilik bilincimiz/bilinçsizliğimiz sorunundadır. Örneğin yapılar bittikten sonra cephelerindeki çoğu usulsüz ve kaçak değişiklikler önlenememekte, yasaklanamamakta, giderek kimseyi rahatsız etmemektedir.
Çok okunan bir yerel gazete “Mavi Şehir” de tek elden yapılan apartmanlardaki balkon kapatmalarını önlemek isteyenlere karşı, kampanya sürdürebilmektedir. Mimarların yapılarını yasal yollarla korunmaya çalışmaları ütopik bir olay gibi karşılanmakta, devlet daireleride mimarlık olayını hiçbir zaman ciddiye almamaktadır. Önemli kamu yapılarının temel atma ya da kurdelesini kesme törenlerinde yapının mimarının adının anıldığı, teşekkür edildiği görülmüş şey değildi.
Bu nedenleri çoğaltmak olasıdır. Ama benim asıl değinmek istediğim “İzmir Kent Kültürü Dergisi”nin tutumu. Eski İzmir!i tanıyoruz. Ama yeni bir yapı ile ilgili tek bir yazı ya da fotoğraf, olumlu-olumsuz eleştiri bulamıyoruz.
Çağdaş yapılara, güncel mimarlık olaylarına karşı toplumumuzdaki bu ilgisizliğin bir boyutu da önemli yapıların tasarımı söz konusu olduğunda yabancı mimarlara başvurma eğiliminin yaygınlaşması olmaktadır. Kuşkusuz küreselleşen dünyada öncü, ünlü mimarların ülkemizde de yapılar üretmesi savunulabilir. Ancak yukarıda anlatmaya çalıştığım genel tutum; ülkemiz, giderek kentimiz mimarlarna kaşı haksız bir güvensizliği yaygınlaştırmaktadır.
Sonuç olarak, yarın ki kuşaklara bırakmakla kıvanç duyabileceğiniz yeni mimarlık ürünlerimizin tanıtılması da bir kültürel gerekliliktir diye düşünüyorum. Ayrıca önemli yapıların olumlu/olumsuz yanlarıyla gelişmiş ülkelerin kentlerinde olduğu gibi, kamuoyunda tartışılmasını olağanüstü yararlı ve gerekli bir kültürel hizmet olarak görüyorum.