Suriye’nin bir sınır kasabası olan Jarablos’ta doğup büyüyen ve ağabeyi İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuyup mezun olan biri olarak benim için İstanbul buraya gelmeden önce de yabancı bir şehir değildi. Bilakis, hayalin de ötesinde arzulanan bir şehirdi. Sık sık ağabeyimin İstanbul’da çektiği fotoğraflara bakıp özellikle Boğazın güzelliğini hayran hayran seyredişimi hatırlıyorum. İşte bu sebeple liseyi bitirip de yurtdışında yüksek oğrenime karar verdiğimde, önümdeki iki seçenekten biri Londra diğeri ise İstanbul olmuştu.
Öteden beri basın alanında eğitim yapmak isteyen biri için, doğal olarak Londra tercih edilmeliydi. Ancak belki de kısmet olduğu için İstanbul’da karar kıldım.
O dönemde hükümet yurt dışında eğitim yapmak isteyenlere yalnızca tıp ve mühendislik bölümleri için izin veriyordu. Bu nedenle iki yıllığınada olsa İTÜ’de Makine Mühendisliği Bölümü’nde okumak zorunda kaldım. Aslında Hacettepe’de tıp okumaya jak kazanmıştım. Ama bir kaç günlüğüne Ankara’dan İstanbul’a geldiğimde her şey değişti. İstanbul beni büyülemişti. Böyle bir şehir bırakılıpta Ankara’ya dönülmezdi. Ben de kabimin sesini dinledim ve Hacettepe Tıp Bölümü’nü bırakarak, İTÜ Makine Mühendisliği BÖlümü’ne kaydoldum. Ancak gönlümde hep gazetecilik olduğu için iki yıl gecikmeli de olsa istediğim bölüme girdim ve nihayet buradan mezun oldum. Tabii bütün bu öğrencilik dönemimde İstanbul’a olan sevdam artık bir bağımlılık haline gelmiş ve İstanbul ile kader birliğim de başlamıştı.
İstanbul ile kader birliği etmem zor olmadı. Çünkü ben Halepli biriyim ve bu şehirde Halep’i andıracak o kadar çok güzellik varki… Örneğin Rumeli Hisarı ile Halep Kalesi… Kapalı Çarşı ile Halep’in Osmanlı’dan kalan eski çarşısı… Halep camileri bile Mimar Sinan’ın imzasını taşır. Ama herşeyden önemlisi insanların birbirine benzemesi…
İstanbullular o kadar Haleplilere benzer ki arada lisan farkı olmasa asla Halep’te mi, yoksa İstanbul’da mı bulunduğunuzu fark edemezsiniz.
Ama yine de bambaşka bir dünyadır İstanbul. Doğal olarak yalnız Halepliler ya da Suriyeliler için değil, bütün Araplar için çok derin anlamlar taşıyan, varılması uzak bir rüya, mukaddes bir şehirdir. Üstelik her müslümanv Hazret-i, Peygamber’in İstanbul ile ilgili hadis-i serifini bilmektedir. Kostantiniyye (İstanbul) elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır! Onu fetheden asker ne mutlu askerdir.
İstanbul’a geldiğim o ilk günü hiç unutmam. Otobüsümüz arabalı vapurla Harem’den karşı yakaya geçiyordu. Boğaz o gün silinmesi imkansız izler bırakmıştı beynimde, gönlümde ve benliğimde. Ben yine o gün Bogaz’a, Kızkulesi’ne ve onun hikayesine aşık olmuştum. Vapur Eminönü’ne yaklaştıkça Sultanahmet, Ayasofya ve Galata Kulesi sanki bana bir şeyler anlatıyordu. Baktıkça dalıp dalıp gidiyordum. Onlara bakarken dalıp gitmemek imkansızdı. Tarihe meraklı birisiyseniz, bu eserler mimari ozelliklerinin ötesinde sizin için olağanüstü anlamlarla doludur.
Daha önce yalnız fotoğraflarından tanıdığım İstanbul, burada yaşamaya başladıktan sonra benim için sırf Boğaz güzelliğinden ibaret olmanın çok ötesine geçmişti. İstanbul başlı başına bir tarih, kültür ve medeniyetlerin buluşma noktasıydı.
Zaman geçtikçe ve İstanbulluları daha yakından tanımaya başladıkça, İstanbul’un sahip olduğu tarih ve medeniyet birikimi gönlümde daha güçlü bir anlam kazanmaya başladı. Özellikle İstanbul’un nüfusunun henüz bugünkü kadar yoğunlaşmadığı yıllarda, bu şehrin insanları inanılmaz derecede mütevazı, iyiliksever ve dost canlısıydı. Hele onlarla bir de akrabalık ilişkisi kurunca her şey çok daha farklılaşıyordu. Tabii İstanbul gibi güzel bir şehirde bir Türk kızı ile evlenmemek yakışık almazdı. Nihayet bir “milli damat” olmuştum… Evlilik ve burada doğan çocuklarım beni İstanbul’a daha da sıkı bir şekilde bağladı.
Mesleğim dolayısıyla İstanbul’dan her ayrılışımdan sonra, bu şehrin benim için ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini daha iyi anlıyorum. Bir tarafta İstanbullu ailem, öbür yanda daha büyük bir aile olan İstanbulun bizatihi kendisi… Boğaz, Kapalıçarşı, Sultanahmet, İstanbul’un çevre ormanları ve isimlerini sıralamak için sayfaların yetersiz kalacaği onlarca mekan, her zaman özlenen yerler olmuştur benim için.
Bazen, İstanbul’dan uzaktayken, bu şehrin sıradan caddelerini, sokaklarını bile arar olursunuz. Hatta trafik keşmekeşini ve o sıkışık trafikte birbirlerine sinirlenen insanlarını bile… Çünkü İstanbul her şeyi ile bir anlam ve lezzet verir. Önemli olan o andaki psikolojik durumunuz ve ruh halinizdir. “Güzel bakan güzel görur, gğzel gören hayattan lezzet alır” derler ya. o misal…
Beyoğlu’nun her iki yakasında, Tarlabaşı’nın o iç içe geçmiş sokaklarında ya da Fener’e kadar uzanan o tarihi ve inanç dolu sahilde, Balat’ın ara sokaklarında unutulmaz anlar yaşayabilir insan. Hele Piyerloti’den manzarayı seyrederken sanki sizi Mayıs 1453’e götürür Haliç’in yakamozları…
Birden Sultan Fatih’in askerlerini görürsünüz kadırgaları omuzlarında çekerken. Sanki 550 yıl sonra bir Suriyelinin gelio de kendilerini seyredeceğini biliyormuşçasına “Allahu Ekber” nidaları ile Eyüp Tepesi’nden ta Çamlıca Tepesi’ndeki insanlara sesleniyorlardır. bundan olsa gerek Eyüpp Tepesi’ne ya da Çamlıca’ya her çıkışımda hep bu muhteşem tarihe dalar İstanbul’un nasıl fethedildiğini düşünürüm.
Çünkü o gün yaşanmasaydı belki de ben bugün İstanbul’u göremeyecektim. Dahası İstanbul, özlediğim “İstanbul” olmayacaktı!
Hüsnü Mahalli
Al Khaleej ve Suriye Haber Ajansı / Suriye