Bulaşıcı Finansal Hastalıklara Karşı Korunun

finansal-hastalik

BCH “bulaşıcı cinsel hastalık” demektir. BFH ise “bulaşıcı finansal hastalık”. Her ikisinin de tedaviler ya çok zordur, ya tedavileri imkansızdır ya da her ikisi de ölümcül olabilir. BFH yalnızca çalışanlara bulaşır.

Semptomları: bir çalışanın, diğer çalışanın aldığı ücreti kıskanması; aldığı terfiyi kıskanması; işletme sahibinin sözüm ona ne kadar büyük paralar kazandığını kıskanması ve diğerlerine, işletme sahibinin kendilerini sömürdüğünü söylemeye başlaması; şekillerinde görülür. BFH bir çalışanın gizli kalması gereken mali konulara bilerek ya da tesadür eseri olarak ulaşması sonucunda ortaya çıkabilir. BFH, işletmenin finansal bilgilerine pozisyonu gereği ulaşma imkanı olan kıdemli bir çalışanın, kendisine bu konuda duyulan güvene ihanet ederek, bu bilgilerin düşüncelerini ce sadakatini etkilenmesi sonucunda da ortaya çıkabilir.

Çalışanlara bulaşmış olan BFH çok nadiren tedavi edilebilir. Aldıkları ücreti arttırmak doğru bir tedavi yöntemi değildir; çünkü daha çok para ödemek, çalışana bu fikirlerinde haklı olduğunu kanıtlamak, pastadan daha büyük bir pay almayı hak ettiğini düşündürmek demektir. BFH’li bir çalışan, diğer çalışanların karın ağrısı çekmelerine neden olur. Onlar da eve gittiklerinde sızlanıp şikayet etmeye başlarlar. İşletmeyi, işletmenin hali hazırdaki müşterisi ya da potansiyel müşterisi olan dostlarına kötülemeye başlarlar. BFH’nin diğer çalışanlara bulaşmasına ne izin verebilirsiniz, ne de böyle bir durumu zarar görmeden atlatabilirsiniz. İşletmenizde tifolu bir Marry’ye ya da herpesli bir Harry’ye yer veremezsiniz. Çalışanlarınızdan bir tanesinin, bir salgın başlatmasına izin vermemelisiniz.

Adamın adı Ahmet’ti. Güvenilir bir elemandı. Güvenilir olmalıydı; çünkü, kırkyedi çalışanı olan bir üretici firmanın finansman müdürüydü. Personelin ücretleri, yan gelirleri, ikramiyeleri ile ilgili her konuda son derece ketumlu ve bunları sır gibi saklardı. Herkesin ne kadar para kazandığını ayrı ayrı bilirdi. Ahmet bir kaç yıl boyunca, yalnızca adil olmakla kalmayıp, aynı zamanda yaptığı işe ve backgroundu dikkate alındığında, piyasada benzerinin bulunması çok zor olan, son derece, son derece cömert rakamdaki maaşından memnun görünüyordu. Son zamanlarda ise patronuna, üretici firmanın sahibine, hak ettiği ücreti almadığının, değerinin yeterince bilinmediğinin ve terfiyi hak ettiğinin sinyallerini göndermeye başlamıştı. Her ne kadar kaygılarını iş yerinde yalnızca patronuna ifade ediyorduysa da iş yeri dışında öfkeli ve endişeliydi.

Arkadaşlarına ve karısına acı acı yakınıp duruyordu. Ahmet’i en çok sinirlendiren ise, işletme sahibinin işletmeden çektiği para miktarı idi. Ahmet karısına, patronun daha az çalışıp daha yüksek para aldığını, şirketin faaliyet gösterdiği bina için (ki bina patrona aitti) aşırı bir kira talep ettiğini ve kendisine inanılmaz güzellikte bir yazlık yaptırdığını anlatmıştı. Ahmet’in karısı da yangına körükle gidiyordu.

Karısı ona durmadan, “Sem,h o işi sen olmadan asla yürütemez. Hayatının en güzel yıllarını onun için harcadın. Bu yüzden sana daha çok maaş vermesi lazım. Ona bir ültimatom çek ve ‘maaşımı arttırmazsan ben artık yokum’ de. “Ya sana daha çok para bayılır ya da işten ayrılırsın. Ve Semih’e senden daha çok para alan o gerizekalı satış müdürünü de işten atmasını söyle” diyordu. Her akşam bu şekilde söylenip, sızlanarak Ahmet’i kışkırtıyordu.

Hem Ahmet hem de karısı, maaş çeklerinin hiçbir zaman aksamadığını unutmuşlardır. Semih’in beş parası yokken maaş artışları yaptığını, kişisel olarak girdiği borç yükümlülüklerini hiç hesaba katmıyorlardı. Ahmet ve karısı BFH’nin en ileri derecede olanına yakalanmışlardı.

Hiç kaçınılmaz olan sonunda gerçekleşti. Ahmet patronuyla görüşüp maaşını iki katına çıkarmasını istedi. Patronuna kendi maaşını piyasada ödenen maaşlarla karşılaştırdığını; bu konu hakkında bir başka firmayla görüştüünü ve kendisinin kırk yedi kişilik personel içinde en önemli çalışan olduğunu söyledi. Semih duydukları karşısında yıldırım çarpmışa dönmüştü; fakat, hiç telaşlanmadı, duygularını hiç açığa vurmadı. Ahmet’e maaşının iki katına çıkarmasının mümkün olmadığını söyledi. Ahmet Semih’e ısrarla bunu hak ettiğini söylüyordu. En sonunda da “Kabul et Semih!” dedi. “Bunu yapacak paran var. Cebe attığın o kadar parayı düşün.”

İki gün sonra, avukatı ve danışmanlarıyla yaptığı görüşmelerden sonra, Semih artık kırk altı çalışanlı bir işletmenin sahibiydi. BFH yok edilmişti.

BFH’nin yayılmasını engellemek için, virüsü taşıyan personelin işini bitireceksin. Taşıyıcıyı yok edeceksin. Hastalığı kökünden kazımak, küçük işletmenizi sağlıklı bir şekilde yürütmek için uygulanacak tek yöntemdir.

Elemanlarınızın Geleceğini Düşünün

Çalışan elemanların yerine

Çalışan elemanların yerine

Küçük işletmelerde gereğinden fazla eleman yoktur. Çalışmak için, yedek kulübesinden oyuna girmeyi bekleyen yedek oyuncular gibi bekleyenler yoktur. Yedek bir takım yoktur. Küçük işletmelerde yapılması gereken işleri ve görevleri yerine getirmek için herkes çalışır. Herkes çalışır, hem de çok çalışır. Küçük bir işletmenin tüm çalışanları, şirketin başarısı için görev yapan bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır.

Küçük işletmenin her çalışanı, tıpkı bir arabanın parçaları gibidir: Bir arabanın çalışmasını sağlayan en önemli parçası gibidir; bujileri mi, direksiyonu mu yoksa motoru mu? Bu parçaların herhangi birisinin eksik olması durumunda, arabanızı yerinden bile kaldıramazsınız. Buna benzer olarak, tüm parçaları yerli yerinde olmayan bir küçük işletme, tıpkı bujileri sökülmüş bir araba gibi, düzenli olarak çalışmaz. Stop eder, yoldan çıkar, vitese geçmez. Bu acı veren araba örneklemesini genişletirsek: bir arabanın ve bir işletmenin, bazı parçalarının değiştirilmesi zor ya da kolay olabilir, parçalar pahalı ya da ucuz olabilir, çok kolay ya da zorlukla bulunuyor olabilir. Değiştirilmesi çok zor olabilir, uzun zaman alabilir.

Karlı çalışan küçük işletmelerin kadroları son derece kısıtlı olduğu için, çalışanlardan bir tanesinin dahi kaybı genellikle sıkıntı yaratır (Bir çalışanın zamanı geldiğinde emekli olacağının bilinmesi gibi durumlar hariç.) Bilhassa, bu kayıp aniden, hiç beklenmedik bir anda olursa çok daha büyük bir sarsıntı yaratır. Bu ani kayıplar çalışanın derhal işten çıkarılmasını gerektiren (diyelimki hırsızlık yaptığı tespit edilmiş) ya da çalışanın aniden işi bırakması gibi durumlarda cereyan edebilir.

“Ya ölürse?” varsayımsal bir sorudur. Yarın bir gün işletmenizdeki kilit elemanlarınızdan birisini kaybetmeniz olasılığı, kendi kendinize sorduğunuz bir sorudur. Kendinize, herhangi bir zamanda, herhangi bir nedenle bir elemanınızı yitirdiğiniz zaman sorduğunuz bir sorudur. Ya da, bir çalışanınız işi bırakıp gittiğinde sorduğunuz bir sorudur.

Bir çalışanın işten ayrılması, her zaman beklenen bir olay değildir. Bu nedenle, bu gibi bir duruma karşı çok az işletmenin beklenmedik durum planı vardır. Beklenmedik sürpriz kayıplar, sancılı ve aşırı büyümüş işletmeleri yıpratır. Eğer istifa olayına biraz da kişisel anlaşmazlıklar katılırsa, ki bu çok sık görülür, duygular doğru düşünüp doğru karar verme yetisini etkileyebilir. Bu durumda küçük işletme sahibinin acilen yapması gereken şey, bu kaybı bir tarafa bırakıp derhal eyleme geçmektir. Durup düşünmeli, doğru bir şekilde düşünmeli ve soruna bir çözüm bulmalıdır.

“Ya ölürse?” sorusu, durumu kişileştirmekten uzaklaştırır. Bu soru duyguları işin içinden çıkarır ve işletme sahibininayaklarının yere basmasını sağlar. Bu soru yakın geçmişin kapılarını kapatır ve işletme sahibinin işini devam ettirebilmek için daha sağlıklı düşünebilmesini sağlar. Küçük işletme sahibinin işini sürdürmekten başka bir seçeneği yoktur. Bir çözüm daima vardır.

“Ya ölürse?” sorusu bir meydan okumadır. Bu, sıkıcı bir sorudur. Bu soruyu kendi kendinize sorduğunuzda, bu durum karşısında gösterilebilecek kabul edilebilir tepkinin üzülüp, kahrolmak olmadığını derhal anlarsınız. Bir şeyler yapmanız gerektiğini fark edersiniz. Belki geçici bir işçi alırsınız. Belki işi dışarıda fason yaptırırsınız. Belki de plajda tanıştığınız birisini onun yerine işe alırsınız. Ya da günde on sekiz saat çalıştığınız günlerinize geri dönersiniz, bir süre için. Nasıl olsa bunu daha önce yapmıştınız. Belki de her gece çalışmak zorunda kalırsınız. Hiç dert etmeyin! Siz kendi küçük işletmenizin sahibisiniz!

“Ya ölürse?” Bunu kendinize dert etme şansınız yoktur; çünkü sizden hizmet bekleyen, satış yapmanız gereken müşterileriniz var. Yürütmeniz gereken bir işiniz var. O işi yapmaya devam edin.

 

 

İş Hayatınızda Özel Şoförünüz Olsun

Özel Şöför

Özel Şöför

Zamanınızı müşteri edinmek ve bunları elde tutmak için harcamanız gerekir. Bu da müşterileri aramak, onlarla görüşmeler yapmak, onları ziyaret etmek, onlara iş teklifleri sunmak, müşterilere mektuplar ve e-mailler atmak, müşterileriniz hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Müşterilerinize ayırmanız gereken zamandan çalan her türlü faaliyet- bu zamanı işletmenizden çalıyor demektir. Araba kullanmak tam anlamıyla bir zaman hırsızıdır. Eğer bir arabanın içinde sık sık uzun süreler  (her seyahatte iki ya da daha fazla saat) geçirmenizi gerektiren bir işiniz varsa, kendinize özel şoför(ler) tutun.

Bir şoförünüzün olması size, tedarikçilerinizle çalışanlarınızla ve müşterinizle konuşma, onlarla ilgili kayıtlar tutma imkanı verir. Bir şoförünüz olursa, telefonda daha güvenli (ve yasalara uygun) bir görüşme, tüm dikkatinizi müşterilerinize yöneltme ve notlar alma imkanınız olur. Bir şoförünüzün olması çalışma saatlerinizi akşamın karanlık saatlerine kadar uzatmanıza olanak tanır (bir araç çalışma masası edinin ve üzerine de bir çalışma lambası koyun.) Bir şoförünüzün olması daha sakin, daha az stresli ve çok daha üretken olmanızı sağlar. Bir şoförünüzün olması, son derece güvende olmanız demektir: şoför, zihnini aracı kullanmaktan başka bir şeyle meşgul etmeyeceği için yorulmaz. Bir şoförünüzün olması, araba kullanmak için harcayacağınız zamanın size kalmasını sağlar. Yolları bulmak, park yeri aramak zorunda kalmazsınız. Taksi beklemek gibi bir zorunluluğunuz olmaz. Hava alanına gittiğinizde park yerinden terminale kadar iki kilometrelik yolu valizlerinizi çekiştire çeliştire gitmek yerine, terminalin önünde inersiniz. Bir şoförünüzün olması harcamalarınızdanda tasarruf etmenizi sağlar. Bir şoför sizi park ücretlerinden, taksi masraflarından ve kiralık arabalara yapacağınız ödemelerden kurtarır. Şoföre ödeyeceğiniz bir saatlik ücret, o bir saat içinde yapacağınız masraflardan çok daha azdır (eğer başlangıçta değilse bile, eninde sonunda öyle olacaktır.) Eğer şoförünüzün saat ücret 20 lira ve sizin saatinizindeğeri 25’se saatte 5 lira kardasınız demektir. Bunun tam tersini düşünecek olursak; eğer arabayı kendiniz kullanırsanız, araba kullanarak geçirdiğiniz her saat 25 lira zarardasınız demektir.

Etrafınızda şoförlük yapmaya can atan bir sürü emekli vardır. Bunlar part-time çalışıp da şoförlük yapmak isteyen bir o kadar daha insan ilave edin. Bunlar ara sıra değişiklikler yapmaya ve ekstradan birkaç lira daha kazanmaya bayılırlar. Yerel gazetelerden birine vereceğiniz bir ilan, bir sürü uygun adayın kapınıza gelmesini sağlayacak ve bunların arasından terbiyeli, kültürlü, güvenilir, prezentabl ve güvenli şoförler bulmanıza yardımcı olacaktır. Her ihtiyacınız olduğunda ve kimi zamanlarda da uzun süreli yolculuklarınız için tamamen dinç olduğunu bildiğiniz bir tanesini bulabileceğinizden emin olmak için, bir şoför havuzunuz olsun.

Şoföre kendi aracınızı (bu şirketinize ait bir araç olmalıdır; çünkü, bu küçük işletmenin sahibisiniz) kullandırtmanız, şoföre çalıştığı kadar ödeme yapacağınız ve onun kıyafetine, ya da arabasına yapacağı herhangi bir masraf için ödeme yapmayacağınız için, masraflarını en aza inmesini sağlar. Sizin aracınızın masrafları-taksitleri, bakım ve tamir giderleri ile yakacağı benzin-aracınızı kim kullanırsa kullansın sabit kalacaktır. Aracınızın masafları işletmenin masraflarıdır ve vergiden düşülebilir. Bu yüzden aracınızı bir şoför kullansın.

Bazı işlerde müşterilere bir masraf faturası çıkarılır. Müşterinizin masraflarını en alt seviyelerde tutmak faydalı bir iştir; bu, müşterinizin bütçesinde daha fazla kaynak kalmasına ve müşterinizin, değişik hizmetleriniz için size daha fazla ödeme yapabilmesine olanak sağlayacaktır.

Bir özel şoförünün olması, bir küçük işletme sahibi için gereksiz bir lüks değildir. Bir özel şoförü olmak züppelik değildir. Bir özel şoförünüzün olması, size çalışmak ve müşteri edinerek bunları elinizde tutmak için daha fazla zaman ayırma fırsatı tanıyacaktır. Bu yüzden,sizi gideceğiniz yere şoförünüz götürüyorsa, siz de işletmenizi çok daha iyi yerlere götürüyorsunuz demektir.

Profesyonel Fotoğrafçılık

profesyonel-fotografcilik

Bugün ülkemizde birçok portre ve boy fotoğrafı çeken profesyonel fotoğrafçı bulunmakta. Ancak belkide son derece hızlı gelişen ve rekabet oranının en yksek olduğu sektörlerden birinin de fotoğraf sektörü olmasından dolayı, bazı durumlarda profesyonel sıfatıyla tamamen ters olan olaylarla karşılaşıyoruz. Örneğin ülkemizde fotoğraf kavramı son kullanıcıya halen yeterince benimsetilmemiş durumda. Bu kavramı tanıtması için akla gelen ilk adım fotoğraf laboratuvar ve stüdyoları, bu tanımdan oldukça uzak çalışmaya devam etmekte. Burada hemen akla ilk gelen hepimizin çocukluğumuzdan beri tanık olduğumuz vesikalık fotoğraflardan söz etmek istiyorum.

Gerçekte bir portre fotoğrafını kaydedebilmek bir hayli zor. Doğru ışıklandırmasından tutun da kullanılacak objektifin seçimine kadar hemen her koşul, ne yazık ki bugün hemen hiçbir stüdyoda doğru olarak gerçekleştirilemiyor. Genellikle hepimizin, cırtlak bir kırmızı veya yeşil renkli bir fon perdesi önünde çekilmiş, son derece kontrast bir portre (vesikalık) fotoğrafı vardır.

Bu, sanırım genlerimizde var olan, sert mizaçlı bir toplum olma özelliğimizden kaynaklanıyor. Esasında buna, sanırım artık alıştık. Beni en çok endişelendiren şey ise, insanların çok özel nedenlerle ve çok özel günlerde çektirmeyi arzu ettiği fotoğraflarda da bu yöntemin kullanılması. Mesela son derece romantik, kat kat etekleri, kullanılan dantelli kumaşın yumuşaklığı içinde bir gelin, hiç tereddüt edilmeden, hareketin süratin, daha teknolojik materyallerin rengi olan cart kırmızı renki fon perdesi önünde fotoğraflanıyor. Burada amaç, gelini ön plana çıkarmak olabilir büyük bir ihtimalle.

Ancak, bu fotoğrafın çerçevelenip duvara asıldığını hayal edin. Duvarda koca kırmızı bir leke!.. Bu renk, fon ve kontrastlık seçimini bir tarafa bırakıyoruz. Bununla birlikte yine bu tarz özel günlerde fotoğraf çektirmek arzusunda olan şahısların fotoğraflanmasında da hala amatör tip filmler kullanıyoruz.

Eğer portre çekimi yapan İstanbul‘daki stüdyoların hepsini gezersek, büyük bir çoğunluğun “Profesyonel” ibaresi bulunmayan filmleri, yani amatör filmleri kullandığını görürüz. Bu tip filmlerin profesyonel şartlar altında yıkanmaması, profesyonel şartlar altında basılmaması ise, bu amatör filmlerin tercihine sebep olmaktadır. Çünkü bilinen gerçek şudur ki; amatör filmler amatörlerler tarafından kullanılacağı düşünülerek, daha töleranslı bir emülisyon yapısında üretilmişlerdir. Profesyonel filmler ise, profesyonel şartlar altında çekim yapan, profesyonel ışıklandırma kullanan, profesyonel kimya solüsyonları ve şartlarında banyo ederek basan profesyoneller için üretilmişlerdir. Tüm bunlardan yola çıkarsak profesyonel çekimlerde kullanılan filmlerin “P” yani profesyonel ibaresini görmeyi, böylece bu filmlerin gerektirdiği profesyonel ışıklandırma, profesyonel banyo ve baskılarla daha kaliteli çekimler ve fotoğraflar görmeyi ümit ediyor, gerçek kaliteyi son tüketiciye ulaştırma yolunda önemli aşamalar kaydedilmesini diliyoruz.

Fotoğraf Dergisi / Özlem Akyüz

Kaldıracın Gücünü Kullanın

kaldiracKusursuz bir iş aleminde, küçük işletmeler ve küçük işletme sahiplerş satmaktan başka bir iş yapmazlar. Küçük işletme hiçbir şey üretmez, fatura kesmez, formlar doldurmaz, hiçbir kira sözleşmesi ya da kontratı okuyup imzalamaz, hiçbir yöntem faaliyetinde bulunmaz. Küçük işletme sahibi bu tür angaryalarla uğraşmaz; çünkü, bu angaryalar ona bir değer kazandırmaz. Bu angaryalar para ve zaman tüketirler.

Kusursuz bir dünya gerçek dışıdır. Kusursuz dünya muhtemelen bir imkansızlıktır; fakat, işinizi mükemmel bir düzeye ulaşacak şekilde yönetmek, harika bir rehberdir.

Küçük işletmeler yalnızca müşteri edinmek ve bunları elinde tutmak, müşterilerinin taleplerini karşılamak ve bu talepleri zamanında karşılamak gibi esas etkinliklerde bulunmalıdır.

Bu nedenle, işletmenizi mümkün olduğunca küçük ve basit tutmalısınız. Sizin, işletme sahibinin, layıkıyla yerine getiremediği her türlü zorunlu faaliyet başkaları tarafından yapılmalıdır. İşletmenizin asıl faaliyetleri arasında yer almayan her türlü işlev, başkaları tarafından yerine getirilmelidir. İşleri yaptırmak için adam tutmak, kendi mesai sürenizi uzatmak, kaldıraç gücünü kullanmaktır. Arşimet yalnızca bir tane kaldıraç istemişti. Sizin ise birkaç tane kaldıracınız var. Sizin kaldıraç güçleriniz; iş devri, fason iş yaptırma, danışmanlık hizmeti alma, harici uzmanlar, geçici işçiler, stajyerler, hatta emekli olan büyükbabanızdır.

Kaldıraç güçlerini mümkün olduğunca, gücünüz yettiğince kullanın. Aşağıda kaldıraç güçlerini kullanma yöntemlerini bulacaksınız:

  1. İş devri. Varsayalım ki yanınızda üç kişi çalıştırıyorsunuz ve birincinin saat ücreti 30 lira, ikincininki 20 lira ve üçüncününki de 15 lira olsun. Eğer her üçü de bir iş için gereken beceriyi aynı seviyede sahipse; işi saatte 15 lira alan elemana devredin. Daha az para alan elemana yetenekleri doğrultusunda mümkün olduğunca çok iş devredin.
  2. Fason iş yaptırma. Fason yaptırmak demek, işinizin gerektirdiği aktiviteleri, bu aktiviteler üzerinde uzmanlaşmış işletmeleri tutarak, işletmenizin dışında yaptırmanız demektir. Örneğin; birçok küçük işletme, muhasebe defterlerini tutmak ve maaş çeklerini yazmak için dünyanın zamanını harcar. Bu işleri, esas işi bu işleri yapmak olan işletmelere devrederek onların yapmasını sağlamak gerekir. Muhasebe, hukuk müşavirliği, reklam, personele verilecek yemeğin tedariki, çevre düzenlemesi, şoförlük, ofislerin temizliği gibi işler de fason firmalara devredilmelidir. Bazı şirketler üretimlerini kendi bünyelerinin dışında yaptırmaktadırlar. Örneğin; Nike tüm basketbol ayakkabılarının imalatını Asya’daki üretici firmalara yaptırmaktadır. Bazı işletmeler dışarıda yaygın olarak bu tür hizmetler veren firmalarla anlaşarak sekreterlik hizmetleri, resepsiyon hizmetleri, fotokopi işleri ve bilgisayar çıktısı gibi hizmetler almaktadır. Bazı şirketler satış faaliyetlerini bağımsız mümessillik firmaları aracılığıyla yürütmektedir.
  3. Danışmanlık hizmetleri. Her endüstri kolunda faaliyet gösteren ve her türlü iş dalında uzmanlık ve deneyim sahibi olan bir çok danışman vardır.
  4. Geçici işçiler. Piyasada geçici, acil ve özel beceri isteyen işleri yapabilmek için yeterince beceri sahibi, bir ordu geçici işçi mevcuttur.
  5. Stajyerler. Zeki, hevesli, çalışkan coşkulu üniversite mezunları ve mastır öğrencileri; eğer uygun bir şekilde yönlendirilirlerse üstesinden gelemeyecekleri iş yoktur.
  6. Emekli büyükbabalar. Emekliler hiç el değmemiş tecrübe, uzmanlık ve irfan kaynaklarıdır. Emekliler mükemmel işçilerdir ve diğerlerine nazaran daha az ücretle çalıştırılabilirler. Hele hele kendi emekli büyükbabanızı razı edebiliyorsanız, bu hepsinden de iyidir. Yalnızca sizin başarılı olmanız için çalışacak ve size tek bir kuruş bile masraf çıkarmayacaktır.
  7. Kendinizi ve işletmenizi büyütmek ve başarıya ulaştırmak için kaldıracın gücünü kullanın.

Hiçbir İşi Geri Çevirmeyin

is-gorusmeÖnce işi alın, nasıl teslim edeceğinizi sonra çözümlersiniz. Planlayın, müşteri bulun, anlaşmayı yapın ve işi yapın. “Kapasite yetersizliği” nin yeni bir işe giden yolda önünüze bir duvar gibi dikilmesine izin vermeyin. “Personel yetersizliği” sizi bir projeyi üstlenmekten alıkoymasın. İş almak çok zor. Üretim zorluklarını düşünerek teklif vermeyerek, denemeyerek, anlaşma yapmayarak, bunu bir de siz daha da zorlaştırmayın. Daima evet deyin. İşi daima üstlenin.

Karlı işleri asla geri çevirmeyin!

Eğer küçük bir reklam ajansınız var ve yeni ve büyük bir müşteri bulduysanız, işi üstlenin. Sonra da metin yazarları ve ilancılar aramaya başlayın. Eğer küçük bir inşaat şirketiyseniz ve bir okul inşaatı ihalesi kazandıysanız işe, doğramacı ve duvar ustaları alarak başlayın. Eğer küçük bir çiçekçi dükkanınız varsa ve yirmi tane düğün için sipariş alabiliyorsanız, siparişlerin hepsini kabul edin. Her yer çiçekçi dolu ve bunların pek çoğu size bu siparişleri karşılamada yardım etmeye can atacaktır.

Eğer bir işten para kazanacağınızı biliyorsanız, işe girişmekten korkmayın. Müşteri her zaman bulunur. İşi teslim edecek bir yol da daima vardır.

Siparişi her zaman kabul edin. Yalan söylemeyin, hile yapmayın, para kaybetmeyin. Fakat, işi sakın kaybetmeyin! Bu çoğu zaman işi sonsuza dek yitirmek demektir.

Şu eski satıcı özdeyişini aklınızdan hiç çıkarmayın: Birileri bir şeyler satıncaya kadar hiçbir şey olmaz. Küçük işletmeler daima bir şeyler satarlar ve genellikle de kendilerinde yeterince olmayan şeyleri satarlar.

Ürün Değil Değer Satın

battaniye

Müşteriler ürün ya da hizmet satın almaz: Onların satın aldıkları, üründen ya da hizmetten elde ettikleridir. Müşteri ilaç satın almaz. Satın aldığı şey şifadır. Müşteri battaniye değil, onun sıcaklığını satın alır. Müşteri yağ contası satın almaz. Onun satın aldığı şey, yağ kaçırmayan temiz bir motordur. Sıcaklık, tedavi ve yağ sızdırmayan bir motordur. Sıcaklık, tedavi ve yağ sızdırmayan bir motor; ilaç, battaniye ve yağ contasının getirdiği parasal birer değerdir. Müşteriler yalnızca iki nedenle ürün satın alırlar:

  1. Bir sorunlarını çözmek ya da
  2. Kendilerini iyi hissetmek, veyahut da bunların karışımı için.

Bir sorunu giderecek olan ürünler için, şirket türünün çözeceği sorunun değerini para olarak ifade etmelidir. Eğer, zaten bu değer ürünün fiyatından çok daha yüksekte, fiyat artık yalnızca bir detaydır. Müşterilerin kendilerini iyi hissetmek için satın aldıkları (içi doldurulmuş oelüş ayıcıklar ya da bir hayır derneğine yapılan bağış veyahut da oldukça şık bir mayo) mallarda ise, müşteri bu değeri kendisi belirler. Bu değerin belirlenmesi, ürünün sağlayacağı yarar ya da yararların para cinsinden ifade edilmesidir. Örneğin, otoparklara takılan projektörlerden satan bir satıcı, bir süper market sahibine marketinin otoparkı için alacağı projektörlerin değerini şöyle açıklayabilir: Market sahibi akşam karanlığı çöktükten sonra, müşterilerin ilgisini dükkanına çekebilmek için ışığa ihtiyacı vardır. Eğer otoparkı iyi aydınlatılmış olursa, daha fazla sayıda müşteri marketten alış veriş yapar.

Projektör satıcısı, market sahibinin ışığın değerini hesaplamasına yardımcı olur. Eğer dükkan haftanın altı gecesi açıksa ve eğer projektörler kış aylarında on beşhafta boyunca kullanılırsa, bu aydınlatmanın değeri, doksan gecelik fazladan hasılata eşittir. Her gece ortalama olarak yirmi kişinin 50 liralık alış veriş yaptığını varsayalım. Eğer marketten mallar brüt kar marjı %35 ise, her alış veriş 17.50 lira brüt kar getirecektir. Bu yüzden ışığın değeri doksan gece çarpı, her gece yirmi müşteri çarpı, alış veriş başına 17.50 lira ya da 31.50 lira brüt kar demektir.

Projektör satıcısı projektör satmaz. Onun sattığı şey aydınlatma ve bu aydınlatmanın 31.50 lira tutan değeridir. Projektör satıcısı para satmaktır. Eğer market sahibi projektörler için 5.000 lira ödeyecekse, masraflarını ödeyebileceği ve kar edebileceği fazladan net olarak 26.500 brüt kar edecektir.

Ürün değil para satın, ne kadar çok sattığınızı göreceksiniz.

Bedelini Daima İsteyin

Hizmet bedelini isteyin

Üretiğiniz mal ya da hizmet ne olursa olsun, onu nasıl fiyatlandıracağınıza, üzerine ne fiyat koyacağınıza karar vermelisiniz. Bu konu hakkında yazılmış kütüphaneler dolusu kitap bulabilirsiniz; fakat, bu kitapları okumadan önce ve teklifinizi geleneksel yöntemlerle fiyatlandırmadan önce, dikkatinizi şu üç basit sözcüğe çevirin: Bedelini daima iste!

Çok çeşitli fiyatlandırma yöntemi vardır. Fiyatı, üretim maliyitenizin üzerine bir miktar kar koyarak belirleyebilirsiniz. Kendinizce; örneğin %40 gibi bir kar marjı belirleyerek fiyatı bu narja göre de belirleyebilirsiniz. Ya da rakiplerinizin fiyatlarını baz alarak onlarla aynı seviyede, onlardan daha düşük ya da daha yüksek fiyatlar koyabilirsiniz. Tam bu yaklaşımlardaki en önemli kayıp, ürün ya da hizmetinizin müşterinizin gözünde gerçekte ne kadar değer ifade ettiğini anlayamamaktır.

Bedelini istemek, müşterileriniz için ürettiğiniz mal ya da hizmetin fiyatını, bu mal ya da hizmetin değerinin bir yansıması olarak belirlemektir. Bunu yapmak için ilk bilmeniz gereken şey de, bu değerin ne olduğunu bilmek ve sunduğunuz mal ya da hizmetin müşterinizin gözünde ne değer ifade ettiğini kestirmektir.

Sunduğunuz bir hizmeti fiyatlandırırken, bunu saat ücretiyle fiyatlandırmak yerine; verdiğiniz hizmetin sağlayacağı tatmini ve bu tatminin müşterinizin gözünde ifade edeceği değeri düşünğn ve fiyatınızı bu tatmin yüzdesine göre değerlendirerek belirleyin.

Örneğin, tipik bir özel dedektiflik bürosu diyelimki ücretini saat olarak belirliyor ve saat ücreti olarak da 150 lira alıyor. Eğer bu büro kayıp bir kişiyi bulmak için bir anlaşma yapar ve görevini yerine getirirs, bu iş için harcadığı saatleri150 lira ile çarpıp üzerinede masrafları ekleyerek faturayı o şekilde kesecektir.

Bir başka dedektiflik bürosu ise fiyatını başka bir şekilde belirliyor. Bu büro, fiyatını yaptığı işin değerine göre biçiyor. Bu dedektiflik bürosunun sahibi, potansiyel bir müşteri ile üstleneceği iş ile ilgili olarak görüşürken, işin başarıyla sonuçlanması halinde müşterisinin bundan kazancının ne olduğunu saptıyor. Eğer müşteri çalınmış bir şaheser tablonun bulunmasını istiyorsa, dedektiflik bürosunun sahibi bu tablonun değerini sorar ve fiyatını tablonun değerine orantılı bir şekilde belirler.

bu adamın bürosu çalıntı sanat eserlerini bulmakta uzman olduğu için, saat ücretinden daha fazlasını talep edebilir. Büronun uzmanlığı,daha yüksek bir ücret talep etmeyi hak etmektedir; fakat, bu daha yüksek ücretin ne olacağını belirleyen de rekabettir.

Eğer çalıntı sanat eserleri üzerinde uzman olan bu dedektiflik bürosu, 1.000.000 liralık çalıntı bir sanat eserini bir dakika içinde bulup sahibine teslim ederse, saat ücretinin altmışta birini mi talep edecektir? Çüphesiz hayır.

bir ürünün fiyatını belirlerken, ürünün kendi değerini değil, müşteriye sağlayacağı değeri düşünün. bunu açıklarsak: bir firma evlerde kullanılan ve cam, kristal ve seramik gibi eşyaları yapıştırıp onaran şeffaf bir yapıştırıcı icat etmişti. Firma yetkililei bu ürün için talep edilecek en iyi fiyatın ne olduğunu tartıştılar. Firma yetkilileri içindeki gelenekselci bir grup piyasadaki süper yapıştırıcıların 1,85 liraya satıldığını, bu yüzden kendi yapıştırıcılarının da 2 liraya satılması gerektiğini savunuyorlardı. Gelenekselcilerin mantığı, peakendicilerin fikrinin en doğru fiyatlama şekli olduğu temeline dayanıyordu (Perakendicilerin fikirleri elbette önemlidir; fakat, unutulmaması gereken konu,onların müşteri değil müşteri ile arasında aracı olduklarıdır). Değerine göre fiyat fikrini savunan grup ise yapıştırıcının fyatubub 9,90 (süper yapıştırıcı fiyatının beş katı) olması gerektiğini savunuyordu. Onların mantığının temeli de kendi yapıştırıcılarını alacak olan müşterilerin reçel kavanozu değil, çok değerli kristalleri onaracakları fikrine dayanıyordu. Bu nedenle bu yapıştırıcıyı satın alacak olan müşteriler yapıştırıcının fiyatıyla değil, onun sayesinde onardıkları kristallerin değeriyle ilgilenirlerdi. Böyle bir olayda, yüz defada doksan defa gelenekselcilerin dediği olur. Ürün piyasaya 2 lira fiyatla çıkar ve sonuç tam anlamıyla fiyasko olur; çünkü, müşteriler büyükannelerinden kalan antika aynayı yapıştırmak için böyle ucuz bir yapıştırıcıya güvenmezler. Daha sonra, akıllı ve kararlı başka firma 24,90 lira fiyatla aynı ürünü piyasaya çıkarıyor ve önce kuyumculara, antika eşya tamircilerine daha sonra da ulaşabildiği tüm tüketiciye bu fiyattan satıyor.

Değerine göre fiyat düşüncesi ve felsefesi sizi yaptığınız işin müşteriler üzerinde en büyük etkiyi sağlayacağı alanlara odaklanmaya zorlar. Eğer kendinizi fiyatgücü olmayan bir mal ya da hizmet satarken bulursanız, muhtemelen müşterilerinize istedikleri yere gidebileceklerini telkin ediyorsunuz demektir. Fakat, eğer bir değer yaratıp uygun şekilde fiyatlandırabiliyorsanız, hem müşterileriniz hem de işletmeniz kazanır. İşte Büyük Para budur.

İzmir Metrosu

İzmir Metrosu
İzmir Metrosu

Genç yaşta hayatını kaybeden Sezer Tansuğ, ülkemiz kültür ve sanatına birçok yapıtıyla katkıda bulunmuş önemli bir düşünürümüzdü. Yirmi, yirmibeş yıl kadar önce, İzmir’de yaşadığı dönemde, kendisini Mimarlar Odası’nın Şirince’ye yaptığı geziye çağırmış, gezi sonrası Efes tiyatrosundaki toplantıya katılmasını rica etmiş, Şirince’nin kalkındırılmasıyla ilgili konuları tartışmıştık.

Yapılan önerileri beğenmeyerek “İzmir’den ne köy olur ne kasaba” deyiverdi.

Önce kendisine çok kızdığımız, sonrada hep birlikte haklılığını kabul ettiğimizi anımsıyorum.

Daha çeyrek yüzyıl önce, ister istemez İstanbul ve Ankara’yla kıyaslayarak kentimizin sanat ve kültür yaşamındaki durgunluğunu dert edinir, nedenlerini arar, kendimizce çareler ürettik. Birçok başka koşulun yanısıra, yerel yöntemlerin ilgisizliğinden, kentin sanat ve kültür etkinliğine yeterince katkıda bulunmadığından şikayetçi olurduk.

Gerçekten belediye başkanlarının çoğu bütün iyi niyetleriyle kentin fiziksel yapısını düzeltmeye çalıştıkları halde, kentlinin kültürel düzeyini yükseltmek, kentli olma bilincini geliştirmek çabalarında nedense özlediğimiz düzeyde hizmet verememiş ya da başarılı olamamışlardı. Kuşkusuz bu, öznel bir yargıdır. Belki sanat ve kültür olgusunu geliştirme kavramını kentlinin eğlence kapasitesini ya da ibadet olanaklarını artırmakla eş anlamlı kabul ediyorlardı. Sonuçta aynı dünya görüşünde olmadığımızdan kaynaklanmış da olabilir. Örneğin fuarda bir cami ve İslam kültür merkezi yapılmasına oda olarak karşı çıkışımız aklıma geliyor. Bu yazının konusu kesinlikle geçmişin tartışılması amacını taşımamakta, tam tersine günümüze dönük bazı görüş ve eleştirileri dile getirmektir.

Son yıllarda kentimizin her türlü sanatsal, kültürel etkinlik yönünden göreceli bir gelişme gösterdiği gözleniyor. Ama asıl, belediyemiz eliyle yapılan yayın eyleminden söz etmek istiyorum. Bunların başında da kuşkusuz “İzmir Kent Kültürü Dergisi” geliyor. Onun yanısıra  İBB Yayıncılık ve Tanıtım Hiz. A.Ş’nin yayınladığı kitaplar kentimizin kültürel gelişiminde övünç verici bir aşamaya gelindiğine tanıklık edior.

Önce bu yayınları başlatıp sürdürenlere bütün kentlilerin şükran borcu olduğunuvurgulamak istiyorum. İzmir’de yarım yüzyıla yaklaşan mimarlık hayatım boyunca hiçbir belediye başkanı döneminde bu denli kapsamlı ve birdenbire ortaya çıkan yayın olgusunun yaşanmamış olması, yani bir geleneğin de bulunmayışı, bana göre başarının önlemini bir kat daha artırıyor.

Bu vesileyle ilgilileri bir kez daha can’ı gönülden kutluyorum. Sanıyorum rahmetli Tansuğ sağ olsaydı aynı sözleri söylemezdi.

Ancak:

Eleştiri ve ayrıntıyı seven kişiliğim, belki mükemmelliyetçi olma endişem, beni bazı eksikleri dile getirmeye zorluyor. Söylemek istediğim mimarlıkla ilgilidir. Bir kent kültürü içinde mimarlık ayrıntı gibi algılanabilir. Fakat özellikle bir kültürel süreklilik aracı olarak yüzyıllardır önemini korumaktadır. Belki de bu yüzden İzmir Yayıncılık’ın dergi ve kitaplarında önemli bir bölümün mimarlıkla (daha doğrusu mimarlık tarihiyle) ilgili olduğunu görüyoruz. Kentin fiziksel yapısı en doğl olarak bu yolla algılanabilir.

Dergide ve kitaplarda İzmir’e dair öylesine bol resim, yazı, belge vb. var ki, artık yayınları izleyen bütün kentliler eski İzmir’i çok iyi tanıyabiliyorlar. Son günlerde birinci Kordon’da açılan enfes fotoğraf sergisi de bu çabanın bir parçasıdır.

Evet eski İzmir’i çok iyi tanıyoruz. Ya yeni İzmir’i? Eski fotoğrafların çoğunda eski yapıları, mimari değerleri izleyebiliyoruz. Ya yeni yapıları, yeni mimarlık ürünlerini?

Bu, küçük gibi görünen iki sorunun yanıtını aramadan önce mimarlıkla ilgili bir iki noktayı anımsatmak isterim. Ülkemizde hemen herkes mimarlığın ne olduğunu bilir, (bildiğini sanır) ama yüksek öğrenim görmüş bile olsa, kentlilerimizin büyük bir bölümü Mimar Sinan’dan başka, hele çağdaş olan bir mimar ismi söyleyemez. Mimarlık, mimarlık tarihiyle karıştırılır. Oysa mimarlık yeni yapı yapma sanatı olup toplumsal yapımızı, kültürel düzeyimizi en iyi yansıtan bir ayna gibidir ve süreklidir. kuşkusuz mimarlık yapıtlarının evrensel değerine ulaşmış ve bütün dünyayı etkilemiş olanlarının yaratılması sosyal ve ekonomik kalkınmışlıkla orantılıdır. Ama her ülke, her kent sürekli yapı üretmeye devam etmektedir. Gelişmiş ülkelerin halkları yalnızca tarihte ürettikleri ile değil, bugün yaratıp yarınlara bıraktıkları yapıtlarla da övünürler.

Bizim toplumumuzun, kentlerimizin gerçek mimarlık olayından habersiz oluşunun ya da ilgisizliğinin nedenlerini araştırmanın ilginç sonuçlar vereceğini sanıyorum. Örneğin son yıllarda kent kültürü, kent kimliği koruma gibi konularda medyada yer alan yazı ve programların bolluğu yanında yeni yapılarlailgili neredeyse tek satırın bulunmayışı olağanüstü dikkat çekicidir (Kuşkusuz mimarlık dergileri ya da planlama ilkelerine aykırı yapıların teşhiri, eleştirisi ile ilgili olanlar bu yargının dışındadır.)

Son sorum: Biz hangi çağdaş mimari yapıtlarımızla övüneceğiz, ya da böyle yapıtlarımız var mı?

Var. Asıl sorun bunların neden yeterince tanımadığımız, tanıtamadığımız ve bilmediğimizde  yatmaktadır. Bunun en baş nedeni bütün büyük kentlerimizde olduğu gibi İzmir’de de yarım yüzyıldır yaşanan hızlı ve sağlıksız kentleşme olgusudur.

Kentlerimiz öylesine olumsuz yapı yığınları ile dolmuştur ki, bu yapılaşma dokusu içinde bir çok başarılı mimarlık rünü görünüp algılanamaz haldedir. Başka bir neden, kentimizin kirlilik düzeyi nedeniyle yapı görüntülerinin çabuk bozulmasıdır.

Yapılarımızın dışına bakım yapma alışkanlığımızın olmayışı eklenince, yeni ve başarılı yapılar bile çok kısa sürede kötü bir görüntüye bürümektedir. Birinci Kordon’da ilk kez 2003 yılında belediyece yapı dış cephelerinin boyanması ile getirilen zorunluluk, “bu Çin Seddi” içinde bile olumlu mimarlık ürünlerinin görünmesine neden oldu.

Fakat asıl neden gene kentlilik bilincimiz/bilinçsizliğimiz sorunundadır. Örneğin yapılar bittikten sonra cephelerindeki çoğu usulsüz ve kaçak değişiklikler önlenememekte, yasaklanamamakta, giderek kimseyi rahatsız etmemektedir.

Çok okunan bir yerel gazete “Mavi Şehir” de tek elden yapılan apartmanlardaki balkon kapatmalarını önlemek isteyenlere karşı, kampanya sürdürebilmektedir. Mimarların yapılarını yasal yollarla korunmaya çalışmaları ütopik bir olay gibi karşılanmakta, devlet daireleride mimarlık olayını hiçbir zaman ciddiye almamaktadır. Önemli kamu yapılarının temel atma ya da kurdelesini kesme törenlerinde yapının mimarının adının anıldığı, teşekkür edildiği görülmüş şey değildi.

Bu nedenleri çoğaltmak olasıdır. Ama benim asıl değinmek istediğim “İzmir Kent Kültürü Dergisi”nin tutumu. Eski İzmir!i tanıyoruz. Ama yeni bir yapı ile ilgili tek bir yazı ya da fotoğraf, olumlu-olumsuz eleştiri bulamıyoruz.

Çağdaş yapılara, güncel mimarlık olaylarına karşı toplumumuzdaki bu ilgisizliğin bir boyutu da önemli yapıların tasarımı söz konusu olduğunda yabancı mimarlara başvurma eğiliminin yaygınlaşması olmaktadır. Kuşkusuz küreselleşen dünyada öncü, ünlü mimarların ülkemizde de yapılar üretmesi savunulabilir. Ancak yukarıda anlatmaya çalıştığım genel tutum; ülkemiz, giderek kentimiz mimarlarna kaşı haksız bir güvensizliği yaygınlaştırmaktadır.

Sonuç olarak, yarın ki kuşaklara bırakmakla kıvanç duyabileceğiniz yeni mimarlık ürünlerimizin tanıtılması da bir kültürel gerekliliktir diye düşünüyorum. Ayrıca önemli yapıların olumlu/olumsuz yanlarıyla gelişmiş ülkelerin kentlerinde olduğu gibi, kamuoyunda tartışılmasını olağanüstü yararlı ve gerekli bir kültürel hizmet olarak görüyorum.

 

Ev Ofislerde Çalışmayın

Home Ofis
Home Ofis
Ev Ofis

Bekar değilseniz ya da yalnız yaşamıyorsanız, bir home ofiste çalışmak verimli değildir. Bekar bile olsanız, ev ofisiniz bu defa da televizyon, buzdolabı, pencereden görünen manzara ve evdeki kedi ya da köpeğinizle yarışmak zorunda olacaktır. Eğer yalnız yaşamıyorsanız; fakat, ev halkı gün boyu evde olmuyorsa bile, hala daha dikkatinizi işiniz üzerinde yoğunlaştırmak, telefonlara cevap vermemek, kapı çalınca açmamak, posta kutusuna bakmamak ya da evcil hayvanınızı işetmek için yürüyüşe çıkarmamak için kaya gibi sert bir disiplinanlayışı içinde olmaya ihtiyacınız vardır.

Eğer bir ev ofisiniz varsa ve eşiniz ya da çocuklarınız veyahut da diğer aile bireyleri bütün gün evdelerse, gününüz ölmüş demektir. Ofisiniz ister ses geçirmez bir şekilde yalıtın; ister kapısına asma kilitler takın, ister merdiven sahanlığına bir çoban köpeğini bekçi olarak dikin, yine de birileri bir şekilde sizi rahatsız edecektir.

Etrafınızda sizi bekleyen milyonlarca ayak işi, milyonlarca angarya ve yanıtlamamanız gereken milyonlarca soruolacaktır. Üç yaşındaki bir çocuk, oyuncak ayısının kopan kolunu yerine takmanızı isterken sizin dikkatinizi dağıttığını düşünmez: onun kendince öncelikleri vardır ve onun öncelikleri sizinkileri geçersiz kılar. Siz o durumda kullanışlı bir materyalsiniz ve birileri daima bu materyali kullanacaklar.

Müşterilerinizi ev-ofisinizde ağırlayamazsınız. Ev ofisinizde birebir iş görüşmesi yapamazsınız. Tedarikçilerinizle ya da diğer şirket yetkilileri ile ev ofisinizde toplantı yapamazsınız. Onlarla başka yerde buluşmak zorundasınız ve bu da hem para hem de zaman kaybı demektir.

mümkün olan en kısa sürede ev dışında bir ofis bulmalısınız. Ofise gitmek; alarm sistemini kurmak, antrenman yapmak, işe gitmek için giyinmek ve işe gitmek demektir. Bu disiplini bir şekilde davranmak demektir. Yataktan yuvarlanıp pijamalarınızla bilgisayarın başında geçmeniz tam tersi demektir (İşe karşı ilgisizolmak, ilgisiz işler doğurur.). Ev dışında kullanacağınız ofisin şaşaalı bir yer oması gerekmez. Basit ve sade bir yerde işinizi görür. Başlangıç olarak, basit bir garajı olması yeterlidir. Şehir merkezindeki, bir zamanlar gerçekten güzel bir yer olan bakımsız binalardan birindeki bir ofis de işinizi görecektir.

Ev dışında bir ofiste çalışmanız, size daha çok boş alan yaratacaktır. Bu da özellikle küçük çocukları olanlar ya da küçük bir evde oturanlar veyahut da her ikisi birden olanlar için çok önemlidir. Daha geniş alanlar daha az stres, daha verimli ve üretken olmak demektir.

Ev-ofis ili şeyde indirim yapar. Bir tanesi vergi indirimidir ve diğeri de zamanlamanızdaki, dikkatinizdeki ve konsantrasyonunuzdaki ve elastikiyetinizdeki düşüşü karşılamaz.

Şöhre mi Servet mi?

Servet ve Şöhret
Servet ve Şöhret
Servet mi Şöhret mi

Şöhret peşinde değil, servet peşinde koşun. Para en byük başarı madalyasıdır. Kazanç her türlü plaketten daha değerlidir. Papeller anıtlarından daha önemlidir. Kazanç mükafatlardan daha değerlidir.

Eğer işletmenizin ürünü kendinizseniz ya da işletmenizin ürettiği ürün 100% sizin sorumluluğunuz altındaysa tek kişilik bir avukatlık firması ya da bir mimarlık bürosu gibi, şöhret (daha çok tanıtım diyelim) etkili bir pazarlama aracı olabilir. Eğer işletmenizin ürünü kendiniz değilseniz şöhret peşinde koşmayın. Bununyerine işletmenizi ve işletmenizin ürettiği ürün ya da hizmetleri şöhret yapmaya çalışın. Rolling Stone ya da Time dergilerinin kapağında kendi resminizi değil; ürünlerinizin resimlerinin yayınlanmasını sağlayın. Sizin ünlü olmanız kasanızın parayla dolmasını sağlamayacaktır. Bunu sağlayacak olan ürününüzün ünü ve bunu takip eden satışlar olacaktır.

Size müşteri kazandırmayacak ve sahip olduğunuz müşterilerinizi elinizde tutmaya yaramayacak hiçbir şeye, ne zaman ne de para harcamayın. Özellikle de şöhret pazarlama planınızın bir parçası olmayıp, yalnızca egolarınızı tatmin içinse. Egolarınızı banka hesabınıza yatıramazsınız.

Ürününüzü şöhret yapmak için çok çalışın, çok satın. Ürününüzü şöhret yaptıktan sonra, seervet onun peşinden gelecektir. Ancak servet yaparsanız şöhret olabilirsiniz; tabi eğer istiyorsanız.

60-30-10 Kuralı

60-30-10 Kuralı
60-30-10 Kuralı
60-30-10 Kuralı

Küçük işletme sahipleri mesai saatlerini 60%, 30%, ve 10%’luk dilimlere ayırmalıdırlar. Aşağıda bu dilimlerin tahsis edileceği dört önemli madde bulacaksınız.

  1. İşin idaresi. Zamanınızın 60%’ını pazarlama ve satışa; 30%’unu ürün ve hizmet üretimi ve tedarikine; 10%’unu da idari işlere harcayın.
  2. Satış. Satışa ayırdığınız zamanın 60%’ını mevcut müşterilerinizi elde tutmaya ve bunlarla yaptığınız işi geliştirmeye; 30%’unu yüksek potansiyeli olan kısa vadeli müşteriler kazanmaya; ve 10%’unu da yüksek potansiyeli olan uzun vadeli müşteriler kazanmaya harcayın. Böylece, eğer tüm zamanınızın 60%’ını pazarlama ve satışa, satış için ayırdığınız zamanında 60%’ını mevcut müşterilerinizi elde tutmaya ve bunlarla yaptığınız işi geliştirmeye harcarsanız; toplantılar, yazışmalar ve müşterilerinizle yapacağınız görüşmeler için 36 %’lık bir zamanınız kalır. Bir küçük işletme sahibinin haftada en az altmış saat çalıştığını düşünürsek, 36 %’lık bu zaman dilimi, mevcut müşterilerinize haftada 22 saat ayırmak demektir.
  3. Eğitim. Eğitim için ayırdığınız sürenin %60’ını kendinizi ya da işletmenizi geliştirmeye; % 30’luk bölümü yeni kavramları ve eğilimleri öğrenmeye; %10’lık kısmıda zayıf yönlerinizi saptamaya harcayın. Eğer yanınızda çalışan başkası ya da başkaları varsa; o günün on beş dakikasını eğitime ayırmalısınız. Eğer tek çalışan sizseniz her gün on beş dakikayı kendinizi geliştirmek için harcayın. Her gün on beş dakika eğitim, yılda yaklaşık olarak dört üz saat eğitim demektir. Eğer bu sürenin % 60’ını ya da iki yüz kırk saatini, gücünüzü bilmeye, gücünüze güç katmaya, pazardaki yerinizi sağlamlaştırmaya harcarsanız, eğitime yaptığınız bu yatırımın size yüksek oranlarda geri döndüğünü fark edeceksiniz.
  4. Çalışanlarınızı yetiştirin. Çalışanlarınıza ayırdığınız sürenin % 60’ını süper starlarınıza; % 30’unu yüksek potansiyeli olanlara; %10’unu ise vasat olanlara ayırın. Demokratik davranmak adına zamanınızı hepsine birden eşit olarak dağıtmaya çalışmayın. Ualnızca kazananlara oynayın.

Zamanınızı da paranızı yatırdığınız gibi yatrın. Yatırımın ilk kuralı “kaybetmemek” tir. Nitekim, zamanınızı müşterilernizi kaybetmemek için harcıyorsunuz. Eğer seçme şansınız olsaydı, paranızı düşük verim alacağınız bile bile küçük bir işletmeye değil, gidip iyi kar getiren güçlü bir şirkete yatırırdınız. Bu yüzden, zamanınızı da süper starlara ve yüksek potansiyeliolanlara yatırın. Zamanınızı güçlü olana, onu geliştirmeye yatırın.

60-30-10 kuralı son derece güçlü bir insani erdem konumlandırma sistemidir. Bunu kullanın.

Latince Kesinlikle Ölü Bir Dil Değildir

Latince

Latince

Her küçük işletme sahibi az da olsa Latince bilmelidir. Eğitim alt yapınız, etnik kökeniniz, ana diliniz, ana diliniz ne olursa olsun, bir parça Latince bilmeniz gerekir. Örneğin, her büyük pazarlamacı, her yağmurcu “quid pro quo” deyiminin anlamını özümsemiştir. Quid pro quo “her şeyin karşılığı vardır” anlamına gelir. Quid pro quo; bir şey ver, karşılığında bir şey al demektir. Ver ve al. Küçük işletme sahipleri satış yapmak için ücretsiz numuneler vermeye, müşterisini mutlu etmek için güler yüz göstermeye, karşılığında bir şeyler almak için iyi muamele etmeye daima hazırdırlar.

 

“Carpe diem”,deyimi küçük işletme sahibi için on emirden biri gibidir. Anlamı, “günü kaçırma!”dır. Carpe diem, küçük işletme sahibine bugün yapabileceğinin en iyisini yapmasını öğütler. Dünü değiştiremezsiniz. İşinizi ilerletmek için bugününüz ve yarınınız var. Bir şeyler yapın! Carpe diem sizi “fırsatları kaçırmayın,” diyerek uyarır. Eğer işinize yararlı olabilecek bir fırsatı inceden inceye tetkik edin. Üzerinde düşünün. Onu tartışın. Eğer gerçek bir fırsatsa, Carpe diem. Carpe diem aynı zamanda bir yaşam biçimidir: Bugünü bağrınıza basın. Ne kadar kötü görünürse görünsün, bugünde iyi bir şeyler bulun. Bugünü dolu dolu yaşayın.

“Latince Kesinlikle Ölü Bir Dil Değildir” yazısını okumaya devam et

Müşterilerinize Masraf Etmekten Çekinmeyin

İşletmede Tasarruf
İşletmede Tasarruf
Ataş

Tek bir ataç dahi maliyet demektir. Yerden bir tek ataç toplamak demek, bir ataca ödenecek paranın tasarruf edilmesi demektir. Bir atacı fırlatıp atmak demek de parayı fırlatıp atmaktır. Tedbirli ve tutumlu olun ve kaloriferi, klimayı, muslukları, lambaları, fotokopi makinelerini, yazıcıları ve kahve makinesini kapatın. Tasarruf edilebilecek çok çeşitli yollar vardır; fakat, müşteri kazanmak ve hazırdaki müşterileri elde tutmak için harcanacak parayı kısıtlamak bunlardan bir tanesi değildir. En katı ekonomilerde bile, müşteri kazanamak ve eldeki müşterileri tutmak için kullanılacak fonları korumak ya da artırmak, hemen hemen her zaman bu fonları azaltmaktan çok daha büyüyk yararlar sağlamıştır. Başarılı bir küçük işletme sahibi, müşterilerine satış yapmaktan asla vazgeçmez. Oysa büyük şirketlerde, özellikle de halka açık şirketlerde, pazarlama ve satış bütçelerinin kısılması çok sık rastlanan bir durumdur.

“Müşterilerinize Masraf Etmekten Çekinmeyin” yazısını okumaya devam et